Çocukluğumda annemle beraber hanımlara haftada bir verilen vaaza giderdim. O sıralar ne bu kadar vâize vardı, ne de bu kadar vaaz dinleyecek ortam... Çarşıda bir câminin altında hanımlara vaaz verilirdi. Orada bana hitap eden hiçbir şey yoktu. Sıkıntıdan annemin dizine yatar, vaazın bitmesini beklerdim.
“Allah selâmet versin, vâize hanım cemaatin içindeki çocuk yüzleri fark etmez miydi acaba? O mâsum yüzlere bir tebessüm ediverse, çocuğun vaazı dinlemeyeceği, dinlese de anlamayacağı belli iken birkaç çocukça laf ediverse olmaz mıydı?” diye iç geçiririm bazen…
Demek ki, o zamanlar öyleydi. Zaman zaman vaazdan sonra çarşıdan annemin bana alacağı simit vs. gibi yiyecekler cezbederdi beni… Günümüzde de anneler, çocuklarıyla vaazlara katılıyorlar; genç, dinamik, güler yüzlü, cana yakın vâizeler var, hamdolsun.
Ama yetmez; şimdi bize yeni bir vaaz dili lâzım.
Bir câmide namaza hazırlanmaktaydım. Merkezî vaaz sisteminden caminin hanımlar bölümüne vaaz verilmiş. Bir cızırtı, bir hışırtı kulakları tırmalıyor. Hocaefendi, tipik, klasik vaaz dilini “konuşturuyor”!.. Ses tonu, hitap tarzı, anlattıkları ile modası geçmiş vaazları aynen devam ediyor. Öğle ezanı okunmaya başladı. Vâizin daha söyleyecekleri var ki, konuşması ezanla yarışıyor. Ezandan önemli ne kaldı ki söyleyecek? Zira süresini de aştı… Vaazdan çok ezan sesine, bir de bitmeyen hışırtıya odaklanınca söylenenler kenarda kalıyor.
Vâiz ya da vâize olmak; insana şimdiki tâbirle “ekstra sorumluluklar” yüklüyor. Kişi, vaazımı verir evime dönerim diyebilir, yahut o günkü cemaatin sayısı bir değer ifade edebilir vaaz hocası için… Ama öyle değil!.. Cemaatle iç içe olunmalı, samimiyet kurulmalı, “Bugün falanca hocanın vaazı var!” diye insanlar birbirini camiye teşvik etmeli. Hocalarımız fildişi kulesinden insanlara göz süzmemeli. Anlattıklarını evvelâ kendi nefsine anlatmalı, o sözlerin altında âdeta ezilmeli, “Başkalarına söyleyip kendinizi unutur musunuz?” (Bkz: el-Bakara, 44) âyetiyle yaşamalı her vaazında… Bağırıp çağıran hocaları, Allâh’ın azâbını milletin âdeta gözüne sokan vaazları dinlemek isteyen var mıdır acaba? Şu kocaman bir gerçek ki, günümüz insanı iyi lâftan anlıyor. Milleti kalbine korku salıp Cehennem’e gönderme devri kapandı.
Vâiz ya da vâize, akademik kariyer yapmış olabilir, olmalıdır da… Adının önünde, ardında çeşitli sıfatlar, ünvanlar olabilir. Fakat halkımız, kimi zaman akademik üslûbu anlayamıyor. Vaazda uyukluyor. Hani kimi zaman vaazları kürsüden taşırsa hocalarımız... Teşbihte hata olmasın, şovmenler gibi, ayağa kalksalar, sağa-sola birkaç adım atsalar, cemaate soru sorsalar, milletin dikkatini canlı tutsalar… Zira ilâhî emir mi var, vaazını oturduğun yerde vereceksin diye!?
Ülkemizde hâlihazırda çok dinlenen vaaz hocalarına bir göz attığımızda ilmî derecelerinin oldukça yüksek, diksiyon son derece güzel olduğunu, konuştukları dile hâkimiyet noktasında problem yaşamadıklarını görüyoruz. Ezbere âyet ve hadis aktarma, sesi yükseltip alçaltma, gündeme dair bilgi birikimi ve en önemlisi, “Ben aslında sizden biriyim.” mesajı veren bir üslûp kullandıkları için çok seviliyor ve takip ediliyor bu kimseler... Zaten hitabeti meslek olarak seçmiş bir müslümanın, aslâ “Siz Dili” ile konuşmaması îcab ediyor. Olumluya da olumsuza da “Biz” diyebilen bir gönül iklimi ile yapılan konuşmalar revaç buluyor. Bilhassa duâ cümlelerinde… “Allah cümlenizi affetsin, sevdiği kullarının zümresine dâhil eylesin vb..” gibi cümleler, kendini müstağnî görmek olduğundan, itici geliyor.
“Allah cümlemizi…” ile başlayabilmek, kendini cemaatten biri, hattâ onlardan mânen daha aşağıda görmek, “Aralarında Rabbimin katında çok değerli kimseler vardır.” nazarıyla cemaate bakmak; vaazın da hoş tarafıdır, âdâbındandır, sanıyorum…
İnternet fenomeni hâline gelmiş bazı hocaefendiler, ana haber bültenlerine konu oluyorlar. Kimi Karadeniz şîvesiyle konuşuyor, kimi hafif muzip bir üslûp kullanıyor, kimi dünya hâllerini tatlı tatlı eleştiriyor. Halk seviyor, vaaz videoları, sosyal medya paylaşım sitelerinde beğenilip tıklanma rekorları kırıyor.
Neden mi? Çünkü güncel bir dile sahipler ve halkın meşguliyetlerine değiniyorlar; geçmişin insanına değil, günümüz insanına konuşuyorlar. Vaaz üslubundan ve ilmî detaylardan da kopmuyorlar. Biz de bunu istiyoruz aslında. “Din dili” ile “güncel”i harmanlayan, sağ eliyle sol kulağını tutmayan, halka yer yer espiri yapan, onları azarlamayan, karşısında ilahiyat talebesi varmışçasına, vaazı Arapça metinlere boğmayan, naftalin kokan vaaz üslubundan sıyrılmış olan, ama en mühimi de uyku getirmeyen, güncel vâizlere-vâizelere hayranlık duyuyor halk…
Vâize hanım, genç kızlara mı hitap ediyor; sosyal paylaşım sitelerinden, teknolojiden, dizilerden, giyim-kuşam yarışmalarından dem vursun, dikkatleri toplasın da mesajını oracıkta versin. Onlar gibi olduğunu, onların dünyasından haberdar olduğunu hissettirsin. Ayrı bir âlemden anlatmasın, bütün anlattıklarını…
Vaktiyle bir vâize hanım tanıdım. Üslûbu hep sevgi dili idi. Yâhu, bu ne kendinden emin bir duruştur; Rabbimin azâbı yok mu, derdiniz. Sahi, din bizim tekelimizde miydi? Şâri’ Teâlâ kuralları belirlemiş, iş bitmiş zaten… Bize düşen mikrofonluk yapmak, ne çok korkmak, ne de çok ümitvar olmaktı. Bu kadar “light” bir İslâm da yok; kimse kusura bakmasın.
Zaman zaman radyoda bazı eski vâizlere rastlıyorum da, bağırmaktan sesi kısılmış, bir de yumruğunu kürsüye vuruyor, ürküp hemen frekansı değiştiriyorum. Hafazanallâh, bir tek sopası eksik… Sen cemaat ol da, haydi bir daha git o vaaza… Hele günümüz insanı caminin kapısından döner, maâzallah. Ne güncel dînî akımlar gibi, “Din, sevgiden ibarettir; kalp temizliği yeterlidir, Mevlânâ, Yûnus…” edebiyatı yapmalı, ne de “cellat” kesilmeli… Suyun akışı gibi yumuşaklıkla vermeli mesajı, bilgiyi, ilmi, güzel ahlâk ve edebi... Herkesin aklı ve merakı nisbetinde, ama hep doğruları söylemeli…
Velhâsıl, bize bizi anlatan vaaz diline ihtiyaç var. Bizi kucaklayan, kuşatan vaaz diline… Bizi okşayan, saran, zaman zaman şefkatle sıkan; ama dağıtmayan, koparmayan, incitmeyen, küstürmeyen bir vaaz, bir sohbet diline muhtacız. Yalnızca vâiz-vâizeler değil elbette. Müstakillen sohbetler icrâ eden hanım ve bey kardeşlerimizin de zaman zaman kendilerini bakıma almaları gerekmez mi? Eltisi ile, kardeşi ile küs olmak, bir sohbetçiye yakışır mı? Sohbetine gelen kardeşlerini bakışlarıyla korkutmak, çatık kaşlı durup kendini hâl lisânıyla mü’min kardeşine kapatmak, sohbet vazifelisine yaraşır mı?
Üniversite kampüslerinde vaaz irşat programları düzenlese Diyanet… “Geç kalma, genç gel!” derken bunu namaz vakitleri ile sınırlandırmasa... Kız öğrencilere yönelik vaaz programları da olsa… Yapılmakta olan yurt sohbetleri artırılsa... Üniversite yurtlarına, Çocuk Esirgeme Kurumları’na, Sevgi Evleri’ne, Belediyelerin hanımlar lokallerine, Meslek Edindirme Kurslarına vaaz programları düzenlense, bilhassa “âile, karı-koca münasebetleri, boşanma, çocuk yetiştirme, ibadet sevgisi ve alışkanlığı kazanma, zamanın yönetimi, mâlâyânî olan her şey, kız-erkek arkadaşlığı, her türlü bağımlılık, ahlâk güzelliği, âhiret meseleleri” gençlere bazen esprili, bazen duygulu, bazen gözyaşı ile harmanlanarak, bazen de gençleri tebessüm ettirerek sunulsa... Bu vaazlar sosyal medyada fenomen olsa, paylaşım rekorları kırsa…
Mâlumunuz hanımlar, hanımların giyim-kuşamıyla çok ilgilenirler. Vâize hanım göze de hitap edip biraz daha zarif giyinmeli, vaaz programlarını icra ederken... Bilgisayarı, projeksiyonu, slaytları, yani teknolojiyi aktif olarak kullanmalı… Fetva nöbetlerinde sıkça sorulan sorular üzerinden bir istatistik oluşturulup Başkanlık’ça bu mevzulara ağırlık verilmeli... En mühim olanı da şu “vaaz dilini bir değiştirmeli”!.. Diyanet İşleri Başkanı da birkaç ay evvel bu eskimiş, modası geçmiş vaaz dilinden yakınmadı mı? Vaaz hocası mesleğine yüreğini koymalı; çok sevmeli, sevilmeli…
Bütün bunlar olsa güzel olmaz mı?
Son olarak Merhum Hacı Tâhir Efendi’yi anmadan olmaz: Konya’nın yetiştirdiği, aslında Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde yetişen sayılı din adamlarından biriydi merhum Tahir Büyükkörükçü Hoca… Gerek âilemizin büyükleri, gerek Konya’nın esnafı, sanayicisi, âmiri, memuru gençliklerinden itibaren hocaefendinin (belki de emekliliğine kadar) işlerini meşguliyetlerini bırakıp Konya’nın Kapu Câmii’nde yerlerini alırlarmış. Hocaefendi, bir dönemin insanlarını eğitti, onlara dinlerini öğretti; âdab, tarih, muhabbet aşıladı. O nasıl Hak vergisi bir ses tonu, o nasıl bir üslûp, o nasıl bir samimi yürek, o nasıl bir muhabbet idi ki, Sultanu’l-Vâizîn dedirtti kendine… O, cemaatine yalnız vaaz vermemiştir; yeri gelmiş gözyaşlarıyla kürsüyü yıkamış, yeri gelmiş rahmet deryasında coşturmuştur cemaati...
Rabbim sayılarını artırsın, bu vesîleyle dîne hizmet eden bütün geçmişlerimizin mekânı Cennet olsun. Rabbim, bizleri de kusurlarımıza bakmaksızın, bu has kulları arasına kabul buyursun. Âmîn.
YORUMLAR