Eteklerim taş dolu. Ağaç altlarından mayhoş erik toplayan arkadaşlarımı uzaktan seçip yanılmış, sektirecek taş seçiyorlar sanmıştım. Üstelik hırslanmıştım, en yassı, en güzel taşları telaşla yüklenmiştim.
Göl kıyısına varıyoruz, herkes azığını açıyor: Altı etek erik, bir etek taş… Ama inat ediyorum, yanılmışlığımdan utanıp eriklerin ekşiliği bana dokunurmuş da bile isteye eriği bırakıp taş toplamışım gibi yapıyorum ve onları gülüşerek erik yemeye terk edip dünyada içimin çektiği tek şey taş sektirmekmiş gibi işe koyuluyorum: Tıp, tıp, cup... Taş sektirmeyi sevmem bile. Tıp, cup… Beceremem de zaten…
Âh ne çok istiyorum ki gölün içine düşeyim, eteğimdeki taşlar beni çeksin, derinlere batayım, sular sessizleşip kararınca görülmemiş bir balığa dönüşeyim, turunculu pullarım ve uzun bıyıklarım olsun -bıyıklı balıklara bayılırım çünkü- ve beni kimseler tanımasın.
Sonra gölün aslında çukurdan bozma bir göl olmadığını, bir nehirden denize kaçtığını duyayım bir gün ney olacak sazlardan; daha büyük bir karanlıkta mahfuz olmak istediğimi fark edeyim, yola koyulayım. Nehrin inceldiği yerlerden geçerken beni uzaktan görsünler:
“-Ne turuncu, ne pullu, ne bıyıklı balık!..” desinler, “Acaba zehirli mi, yenir mi?”
Birkaç avcı düşsün peşime, her özgür bıyıklı balık gibi kaçayım. Tanıdıklarım tanımasın beni, hattâ yokluğuma ne çabuk alıştıklarını fark edip daha da hüzünleneyim. Daha bir kaçayım tereddütsüz… Ama sonra öğrensinler:
“-Demek o bıyıklı balık, o küçük çocuk imiş; onu pek bir üzmüşüz!” desinler.
Ne acı ki biliyorum, pişmanlıkları bile kendilerini vicdanlı hissetmek için… Yine olsam, yine üzerler beni… Daha karanlıkta, daha bıyıklı bir balık olmayı diliyorum. Kırgınım, kaçışıyorum. Kaybolmak da istemiyorum, sadece içimde rastgele dolaşan ışıklar beni incitmesin, doğru yerde bulunayım.
Kırgınlığımdan sığınmak istiyorum, nehir kıyılarındaki köşeleri zikirli odalar önünde fazladan oyalanıyorum. “Beni bul! Beni bul! Beni bul!” diye yalvarıyorum, beni bulmuyor. Oysa kendimi buldurmaya hiç yok mecâlim…
Eteğimdeki taşlar ayaklarıma dökülüyor; gök başıma, kalbimde kaynayan ne varsa yanaklarıma… Yüzüm yanınca, siliveriyorum. “Beni bulmuyorsun, beni sen bul istiyorum ama bulmuyorsun. Sen çağırmadan gelmeyi ise istemiyorum. Öğrenmek talep etmek elbet, ama hangi talebe talep edilirse o...” Ne zor, balık olamamak; balık olsan dahî doğru kırıntıyı yutamamak. Ne zor, sazları toplayıp ney edene dek pişirenin, balıklara da, çocuklara da uğramaması...
Taşlar seke seke boğazıma oturuyor. Arkadaşlarımdan biri yanıma ilişiyor:
“-Hadi gelip erik yesene, o kadarcık ekşiden bir şey olmaz, hiç olmadı bizimle otur.” Sonra yüzüme bakıyor.
“-Ne’n var?”
“-Hiç,” diyorum. “Gökyüzünü izliyordum, bir parça da annemi özledim herhalde.”
Doğruluyorum, eriklerin etrafındaki halkaya katılıyorum, konular değişiyor, gülüşüyoruz, aklım sazlarda ve bıyıklı balıkları bulmayanlarda... Üzülüyorum. Eteklerimi yine taş doldurup eve öyle dönüyorum, uçup uçup kuş olmamak adına... Bir yere gitmekten ümitsizim, nereye gitsem eğretiyim, çünkü bir saz değilim.
YORUMLAR