Merhum Mûsa Topbaş Efendi, kendi çocukluk ve gençliğinin geçtiği 1920-1930 yılları arasındaki dönemi “Cemiyet Hayatımızda 60 Yıllık Edeb Farkı” başlıklı bir yazısında uzun uzun anlatır. Bugün yaşadığımız şehir hayatı ve insanları ile o günkü İstanbul arasındaki farkı siz değerli okuyucularımıza bırakarak bu güzel hatıralara kualk verelim:
“Fakir, ben yedi-sekiz yaşlarında idim. Çocukluğumun Erenköy’ünde geçmesi bakımından o zamanın, bilhassa Erenköy’ündeki halkın birbirlerine karşı, samimiyet, muhabbet ve nezâketlerini düşündüğümde, günümüzle mukayese eder de çok üzülür ve müteessir olurum.
Samimî bir âīle fertleri gibi herkes birbirini candan, ciddî olarak severdi. Birinin neşesi hepsinin neşesi, birinin kederi hepsinin kederi olurdu. Düğünlere, derneklere herkes iştirâk eder, gönül hoşluğu ile hoş, güzel günler geçirilirdi. Hastalar ziyaret edilir, tatlı söz, güler yüzlerle kederi izâle edilirdi. Gariplere, yoksullara, darda kalmışlara gönül hoşluğu ile Allah rızâsı için, herkes elinden geldiği kadar yardımda bulunurdu.
Zenginlerin kesesi, fakirler hesabına dâimâ açıktı. Doktorlar, bir baba şefkatiyle hastaları muâyene ederler, çok zaman fakirlerden para almazlar, îcap ederse ilâç parasını ceplerinden öderlerdi. Yangın olduğunda o zamanın tulumbacıları ve külhanbeyleri bile harekete geçer, yıldırım hızıyla uzak semtlerden gelirler, söndürme hususunda yardımcı olurlardı.
Bu fedakâr insanların hatırlarına mal çalmak, kötülük etmek gibi en ufak bir şey gelmezdi. Bu gibi yardım ve hizmetler, farz-ı ayn telâkkî edilirdi. Aynı semtte bir cenâze vukuunda bütün mahallenin halkı iştirâk ederler, en yakın ahbapları gibi üzülürler, cenâze evini teselli ederler ve kederdîde eve günlerce yemek taşırlardı.
Herkes birbirine karşı saygılı idi. Nezâket, nezâket, edeb, yine edeb sezilirdi. Şimdiki gibi bilgisiz okur-yazarlar yerine ümmî, bilgili, görgülü, hatırşinâs insanlar çoktu. Yaşlı ile genç, zengin ile fakir kardeş sayılırdı. Zenginler de mütevâzî insanlardı. Yedikleri, içtikleri, giydikleri ile övünmezler, verenin Hak -celle ve alâ- Hazretleri olduğunu bildikleri için, şükürleri boldu. İsraftan kaçarlar, birikenlerle fakirleri, dulları, yetimleri korurlar; evlenemeyen gençlere evlenme husûsunda maddî-mânevî yardımda bulunmaktan büyük zevk alırlardı.
Hasetçilik, çekememezlik, gıybetçilik gibi kötü hareketlerde kimse bulunmazdı. Şayet birisi böyle bir şeye cür’et edecek olursa, muhataplarından ters tepki husûle geleceğini bilir, halkın nazarında itibardan düşmekten korkardı. Farzdan sonra en mühim ibâdetin, “mü’minlerin gönlünü almak” olduğunu bilirdi. Ağızlarından hep tatlı, ruhu teskin edici sözler sarf edilirdi.
Kimse, kimse ile çekişmez, uğraşmazdı. Kimse kimseyi küçümsemez, hor görmezdi. Küçükler büyükleri sayar, büyükler de küçüklere karşı şefkatle muâmele ederlerdi. Ananın-babanın bir dediği iki olmazdı, yani ebeveyne karşı tam bir itaat vardı.
Büyükler de küçüklere karşı dikkatli olup onların yanında hafif hareketlerde bulunmazlardı ki, şımarmasınlar; istikbâlin ciddî, vakarlı, mütevâzi insanları olsunlar.
Evin hizmetçisine çok güzel muâmele edilir, nezâketli davranılır, aynı sofrada yemeklerini yerler, kendilerine tahsis edilen ayrı, temiz odalarda yatarlardı. Onlar da bu güzel muâmele karşısında, kendilerini evin aslî bir ferdi sayarlar, tembel tembel bir kenarda oturmayıp istikâmet üzere hizmet ederler, kat’iyyen başka bir kapıya gitmek hatırlarından geçmezdi. Hattâ böyle bir teşebbüs, çok ayıp ve nankörlük sayılırdı. Hizmetkâr genç ise evlendirilir, yaşlı ise ancak cenâzesi o kapıdan çıkardı.
Çocuk terbiyesine çok önem verilir, tıka basa her istediği yedirilmez, lüzumsuz arzuları yerine getirilmezdi. Bu şekilde çocuk, her istediğinin yapılmayacağını bilir, uysallık tarafına meylederdi. Dâimâ dînî, millî, ictimâî telkînat yapılır; güzel ahlâklı, hayâlı, dürüst olarak yetiştirilmelerine gayret sarf edilirdi.
Âile fertleri, muayyen zamanda hep beraber büyük bir muhabbet içinde yemeklerini yerlerdi. Anne ayrı, baba ayrı, çocuklar ayrı saatlerde yemezlerdi. Akşamdan sonra ekseriyetle evde kalınır, bazen akraba, ahbap ziyaretlerine gidilir; bazen de misafir gelirse onlara güler yüz, tatlı dille ikramlarda bulunurlardı. Evde kalındığı zaman da çocukların anladığı şekilde hasbihâller yapılırdı.
Çocuklar izinsiz olarak hiçbir yere gidemezler, izin aldıklarında da söz verdikleri saatte evlerine dönerlerdi.
Caddelerde, “Vatandaş, yerli malı kullan!” diye levhalar asılı olurdu. Yerli sanayi tekâmül etmediği hâlde, her vatandaş yerli malı kullanırdı. O zamanki mâmüller, cins bakımından bugünkü kadar iyi değildi. Bilhassa erkek kumaşları, yerli yünden îmal edildiği için kaba ve sertti. Buna rağmen herkes seve seve yerli kumaş giyerdi. Yerli malı giymek, kullanmak iftihar vesilesi idi. Tek-tük yabancı malı kullananlar olurdu. Onlar ayıplanır, onlara âdeta vatan hâini gözüyle bakılırdı.
Bugünkü yerli mâmulleri, her bakımdan kaliteli, en iyi cinsten olmasına rağmen, gerek dış propagandaların tesiri, gerek bugünkü halkımızın rûhî, dînî, millî çöküntüsü bakımından istenilen rağbeti görmüyor. Dış memleketlerden gelen hatalı, çürük mallar dahî kapışılıyor, daha yüksek fiyatlara almakta beis görülmüyor.
İsraf, savurganlık diye bir şey yoktu. Herkes bütçesini, gelirine göre ayar ederdi. Hattâ memurlar, derece ve sınıflarına göre giyim eşyası, yağ, sabun vesâire alırlardı. Meselâ az maaşlı bir memur, yüksek maaşlı bir memurun kullandığını kullanmaz, yediğini yemez, giydiğini giymezdi. Fakat mesuttular, müreffeh idiler.
Maddecilikten uzak bir hayat yaşadıkları için rûhî sıkıntılar görülmüyordu. Hele o avâm telâkkî edilen tulumbacılar, külhanbeyler, balıkçılar, arabacılar ve emsâli zümre, o kadar nâzik bir lehçe ile konuşurlar idi ki, târifi mümkün değil. Keşke hayata olsalardı ve bugünkü cemiyet insanlarının kaba, haşin, duygusuz hareketlerini görselerdi de nezâket, terbiye, âdâb-ı muâşeret dersi verselerdi. Konaklardaki, yalılardaki bahçıvanlar dahî vakarlı, ciddî, emniyetli insanlardı. Hem bahçeleri zevk-i selîm üzere tanzim ederler, hem de vekilharçlık ederlerdi.
Günlük satışını yapan esnaf, müşterinin diğer esnaftan alışveriş ettiğine üzülmez, bundan bilâkis bir gönül rahatlığı ve huzur duyardı. Çünkü herkes birbirini yapmacık olarak sevmez, ciddî ve samimiyetle severdi.
O devri İstanbul’da geçiren meşhur Fransız edîbi Pierre Loti; dini, kültürü, ırkı başka olduğu hâlde İstanbul’da yaşayan Türkler’in, İslâmî, nezih ahlâk ve âdâbının hayranı olmuş, daima yazılarında bu duyguları tasvir etmiştir. Der ki:
«Müslüman Türklerin o hayatları, kelimenin tam mânâsıyla başka bir dünyadır. Dünyanın başka hiçbir evinde, bir erkek hanımına bu derecede saygılı ve hayran olamaz. Bu gerçeğin sırrı, Türk evinin kadını tarafından hazırlanışındadır. İddia ederek söylüyorum; bir Müslüman Türk evinde odalar bile, özel ve maksatlı bir renk âhengi ve döşeme üslûbu ile hazırlanmıştır.
Evin sâhibesi olan kadının giyinişi, başındaki örtüden ayaklarında bulunan nefis işlemeli kumaşlı terliklere kadar âhenk içindedir. Kadın evine o kadar düşkün, temizliğine o kadar meraklı, kocasının ev hasretini giderecek öylesine bir zekâ ve eğitime sahiptir ki, evin erkeği akşam üzeri, büyük bir hasretle kapıdan girer. Kadının temizliği maddî plânda bir çiçek kadar saftır. Bu madde temizliği, kadının ruh temizliğinden gelir. O kadın içki, kumar ve dış dünyayı bilmez.»
Bu yazıdan şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- O zamanın kadınlarının modayı tâkip etmekten ziyâde, zevk-i selîm sahibidirler. Cenâb-ı Hak, her kulunu ayrı şekilde yaratmış, kimi kısa, kimi uzun, kimi şişman, kimi zayıf, kimi esmer, kimi kumral, kimi sarı… Birine yakışan diğerine yakışmaz, zevkler sonsuzdur. Bu zevkler deryasını bırakıp da moda diye acayip kıyafetlere girmek ne kadar gülünçtür. Bilgisizliktir, anlayışsızlıktır.
2- Hakikî temizlik, ruhtan akıp gelen sâf temizliktir. Bu rûhî temizlik olmadan maddî temizlik bir şey ifade etmez. Ruh temizliği ile maddî temizliği beraber yürütmelidir.
3- Dış dünyayı bilmeyen bir kadın, tecessüs illetinden de kurtulmuş olur. Evinde mesut bir hayat yaşar. Gönlünü Cenâb-ı Hakk’a, sâniyen (ikinci olarak) de kocasına, çocuklarına bağlar. Zihnini fuzûlî şeylerden koruduğu için rahattır, kaygısızdır, huzurludur. Dolayısıyla ahlâklıdır. Böyle olunca yuvasının hürmete şâyân, şerefli bir onuru olur.
Memleket düşman işgal kuvvetlerinden yeni kurtulmuş, zâhiren çok fakir düşmüştü. Gıdasızlıktan zaafiyet hastalıkları artmıştı. Keseler, cepler bomboştu. Fakirlik her yönden hüküm sürüyordu. Buna rağmen bu yokluk, kimseyi yeise, üzüntüye sevk etmiyordu. Çünkü düşman çizmelerinden sıyrılınmıştı. Allah Teâlâ Hazretleri’ne şükürler ediliyor, gönüller huzurlu olup herkes şen ve şâtırdı. Bugün refah içinde sıkıntı, rûhî darlıklar, kederler olduğu gibi, o günlerde tersine olarak maddî darlık, yokluklar içinde gönül rahatlığı vardı.
Bugün helâl-haram demeyip mal toplama yerine, o günlerde kanaat vardı. Herkes kendisinden evvel komşusunun, yakınlarının menfaat ve rahatını düşünürdü.
Âile hayatında erkek, âilesini taltifkâr lakaplarla çağırır, kendisine lâyık olan nezâket ve şefkati gösterirdi. Allâh’ın emirlerini beraberce noksansız olarak îfâ etmeye sa’y ü gayret ederlerdi.
Evin hanımı da kocasına karşı çok itaatli idi. Olur olmaz şeylere itiraz etmez, her hususta kocasına yardımcı olurdu. Kocasının alamayacağı şeyler için ısrar etmezdi. Bu sebeple bütçelerinde açık olmaz, mâlî sıkıntıya düşmeden mesut ve bahtiyar bir şekilde ömürlerini idâme ettirirlerdi. Giyim ve ev eşyaları îtina ile kullanılırdı, eskidi diye hemen atılmaz, değiştirme sevdasına düşülmezdi. “Evini cennet yapan, dişi kuştur.” tâbiri dâimî kullanılırdı. Kendileri müsrif olmadıkları için çocuklarına da aynı duyguyu aşılarlardı.
Kul hakkından, borçlanmaktan ve borçlu kalmaktan çok korkulurdu. Borçlu olan açlığa bile râzı olurdu da yine borcunu vaktinde öderdi. Bu ahlâka sahip olduğu için istediği zaman herkesten ödünç alabilirdi. Çünkü dürüsttü, istikamet sahibiydi.
Kadın, evin hanımı olarak evin işleri ve çocuklarının terbiyesi ile mükellefti. Erkek de dış işleri ile meşgul olur, evin ihtiyaçlarını temin ederdi.
Güzel, dînî bir terbiye ile yetişen çocuk, gençliğinde değil âsî olmak, bilâkis herkesin takdirini kazanan, herkes tarafından sevilen, cemiyetin bir rüknü olurdu.
Kur’ân ve din dersi hocalarına, hürmete şâyân zevâta çok hürmet gösterilirdi. Onlara yapılan tâzim, diğer insanlara yapılandan ziyâde olurdu.
Yemek mevzuu, bugünkü gibi zihinleri işgal etmezdi. Herkes önüne ne konursa onu yer, Allâh’ına şükrederdi. Kuru ekmek dahî yenilse, büyük bir huzur içinde yenilir ve yemekten sonra hamd duâsı ihmal edilmezdi.
Her semtte ancak bir doktor olurdu. O da mahalleye kâfi gelirdi. Herkes namaz kıldığı, az yediği ve fazlaca yürüyüş yaptığı için, adaleler harekette olması bakımından kireçlenme, romatizma hastalıkları da az görülürdü.
Balın tadını nasıl târif edemez ise, o günlerin tasvirini yapamayız. Hülâsa o günler, bugün hayal dahî edemeyeceğimiz lâhûtî demlerdi, âlemlerdi.
Milâdî sene başlarında ormanları tahrip ederek, onbinlerce çam ağaçlarını kesip Hıristiyanlık âdeti üzere odalarına direk dikerek önünde mükellef sofralarından hindi dolmalarını midelerinden aşağı geçiren mutlu azınlık yoktu.
Buna mukabil bayram ve kandillerde yemek sofraları tanzim edilir, bilhassa Ramazan aylarında otuz gün zenginlerin iftar sofraları açık olurdu. Zengin-fakir ayırmaksızın herkes teklifsizce yemeklerini yerlerdi. Hülâsa fakirlere, öksüzlere ikrâm eden hayırperver insanlar vardı.
Daha pek çok güzel tafsilatın anlatıldığı o günleri bir kere daha yaşarmışcasına hissetmek isteyen okuyucularımıza, merhum Mûsa Topbaş Efendimizin, başlığını zikrettiğimiz yazısını gönülden tavsiye ederiz. Îman ve takvânın, ahlâkî kemâlât, fedakârlık, diğergâmlık, merhamet ve muhabbetin bütün bir cemiyeti dokuduğu o bahtiyar insanların yurduna tekrar kavuşabilmek ümit ve duâsıyla…
YORUMLAR