İslâm, bir kurtuluş çağrısıdır. Fert ve toplum ile bütün insanlığın, ruh ve beden ile insanı oluşturan parçaların hepsinin kurtuluşu… Bu kurtuluş, hayatı, ölümü ve ölüm sonrasını da içine alır ve böylece dünya ve âhiret hayatındaki kurtuluş yolu da İslâm’dır, İslâm’dadır.
Bu yüce kurtuluş dâvetine bir şekilde ulaşanları, büyük bir sorumluluk beklemektedir. Bu kurtuluşu derinleştirme ve geliştirme sorumluluğu…
İnsanlar, İslâm’la tanıştıktan sonra bir derinliğine yol alırlar; îman boğazdan, dudaklardan kalbe iner, kalpte kökleşir, o merkezden bütün organlara yayılır; neticede ruhuyla bedeniyle Allâh’ın dinine teslim olmuş bir insan tipi meydana gelir; yani mü’min ve Müslüman kimliği inşâ edilmiş olur.
İnsanın bu şekilde kendi içindeki yolculuğa benzer, onunla paralel bir îmânî seyahati daha olur; o da başka bir yüreği bu ebedî sevdaya tutuşturabilmek…
Gerçekten insan, hakkıyla îman ettiğinde, neye nâil olduğunu ve neden korunduğunu lâyıkıyla bilir.
Allâh’ın bir hidâyet nimeti olan “îman” sayesinde, dünya hayatında insan şeref ve haysiyetini alçaltan her türlü rezillikten, süflîlikten ve basitlikten kurtulur. Hayatına bir anlam ve bir değer gelir. Onun gözünde bütün insanların bir yaratılış hikmeti vardır; kâinâtta hiçbir şey lüzumsuz, başıboş ve sahipsiz değildir. Hepsi bir gâye için yaratılmış ve bir hikmete mebnîdir. Hepsinin sahibi olan Allah, aynı zamanda insanın da yegâne sahibidir.
Yine îman sayesinde hayatı boyunca karşılaştığı her türlü belâ, sıkıntı, mihnet ve meşakkat gözünde küçülür, değersizleşir. Hatta her biri, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ulaştıran birer vesile hâline gelir. Aynı şekilde dünya hayatı boyunca ulaşılan her türlü nimet, fazilet ve üstünlükler de insanı, tevâzuya ve şükre sevkeder. Böylece insan, hem kendisine, hem çevresindeki bütün insanlara, sahip olduğu nimetler kadar hayır dağıtmaya ve güzellikler sergilemeye başlar. Onlardan duâ alır. Sever, sevilir. Kimseye bâr (yük) olmaz, herkese yâr olur. Kendisine hizmet edilmesini beklemez, insanların ve bütün canlıların hizmetine koşar.
Dünya bu şekilde değer kazanırken ölüm de yeni bir bakış açısıyla ifadelenmeye başlar îman sâyesinde... O güne kadar “korkulu” bir son olan ölüm, gün geçtikçe daha da “sevimli” bir hâl almaya başlar. İnsan, ölümü, Rabbine kavuşacağı son durak olarak görür. Ondan öte, arada perde kalkmaktadır. Hayatın çile ve meşakkatlerinin sonlandığı, bütün hayat boyunca biriktirilen âhiret azıklarının devşirileceği, Allâh’ın sonsuz rahmet, merhamet ve mağfiretine mazhar olunacağı bir devirdir, ölüm ve ötesi…
Sahip olunan îman mukabilinde, Rabbimiz, her türlü hata, eksik ve noksana rağmen sonsuz rahmetini, cennetini ve cemâliyle müşerref olabilmeyi vaat etmiştir kullarına… Bu hâliyle îman, sonsuz bir mutluluk yurdunun da anahtarıdır.
Îmansızlık ise, başlı başına kahırdır, zulmettir, karanlıktır, acıdır. Nimet içindeyken insan, sahip olduğu nimetin farkında olmaz, kendisine ve çevresine zulmeder. İsraf eder, hoyratça kullanır, kul hakkına girer; daha fazlasına sahip olmak hırsıyla fakirlerin, zayıfların elindekine göz diker. Çalar çırpar. Başkalarının omzuna basarak yükselmeye, başkalarının elindekini aşırarak doymaya çalışır. Ama bir türlü gözü doymaz, gönlü doymaz. Bu dünyada kendisi rahat etmediği gibi, etrafındakilere de eman vermez. İnsanlar, onun ölmesini ve böylece kötülüklerinin bitmesini dört gözle beklemeye başlar.
Îmandan mahrum olan insanların gözünde hayat, geçici zevkleri sebebiyle acı doludur. Çünkü tam haz almaya başladığı zaman zevki tükenir, normalleşir, hatta acı vermeye başlar. Sonuçta insan, her türlü zevki tattığı hâlde bir türlü tatmin olmaz hâle gelir. Olmadık şeyler denemeye, hiç tadılmadık lezzetler almaya çalışır, dur durak bilmez. Bu da insanın ruh ve bedenini tahrip eder.
Ya da insan, etrafındaki rahatı, konforu imrenerek izler ve bir türlü hayatı boyunca bunlara sahip olamaz; kendi kendini yer bitirir. Kendine, “Niye onlarda var da, ben de yok?!” der. Bunun uğruna ya hayattan tamamen kopar ve tabiri câizse kaderine küser; ya da imrendiği zenginlerin sahip olduklarından pay alabilmek için gayr-i meşrû yollara heves eder. Her hâlükârda nasibine acı bir son düşer.
Bir de hayatın acı ve elemlerle dolu çehresi vardır. Rahat, konfor peşinde koşan insan, hastalık, dert ve sıkıntılarla karşılaşınca ne olduğunu, ne olacağını bilemez. Büyük bir hayal kırıklığı, derin bir ümitsizlik ve karamsarlık içine düşer. Ne hâl üzere olursa olsun, ne kadar büyük dertler içinde boğulursa boğulsun, hiçbir zaman ölmek istemez. Çünkü ölüm, onun gözünde yokluktur. Yok olmaktansa, nasıl olursa olsun yaşamak daha büyük bir nimetmiş gibi gelir. Kendi ölümünü unutmak için çareler ararken, yakınlarından her birinin ölümü, âdeta gözüne sokulan bir parmak gibi acı verir. Unutmaya çalıştığı ölüm, her köşe başında karşısına çıkınca perişan olur. O, aslında her yakını ile birlikte bir kere daha ölür. Ateş, hem düştüğü yeri yakar; hem de ölümün sonrasını inkâr eden o kâfirin kalbini… Çünkü onda, kaçınılmaz olan bir son vardır; kendi sonu… Bunu unutmak için içki içer, uyuşturucu kullanır; aklını gölgeler. Hayatını çeşit çeşit etkinliklerle, arkadaş, eğlence ve seyahatlerle perdeler. Kendisine sanal bir âlem kurmaya çalışır.
İşte bu ızdıraplarla dolu hayatın faturası, aslında daha acı bir hayattır. O da sonsuz cehennem ve gazab-ı ilâhî… Allâh’ın ikabına uğramak, O’nun katında değersiz sayılmaz, bir “hiç” olarak görmezden gelinmek ve bir daha hiçbir zaman bu hatayı telâfî edememek pişmanlığı, cehennem azaplarından daha çok yakar insanı…
İşte size iki tablo… Îmanın ve îmansızlığın neticeleri…
O hâlde îman sahibi insanlara düşen bir vazife vardır; içinde yaşadıkları, hem bu dünyada, hem de âhirette sahip olacakları nimetleri, insanlarla paylaşmak… Îmanlarının gereği olarak kalplerine doğru derinleştiği gibi, enine-boyuna da genişlemek, yayılmak… Hidâyetlere vesile olmak… Tebliğ etmek… İnsanları, İslâm’la buluşturmak… İyiliği paylaşmak, çoğaltmak… Kötülüğü, inkârı ve isyanı azaltmak…
Rabbimiz, Müslümanları, bu vazifeleri dolayısıyla “insanların içinden çıkartılmış en hayırlı ümmet” olarak vasıflandırıyor:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)
Bu ümmetin alâmet-i fârikası, yani diğer ümmetlerden ayıran en önemli özelliği, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışmasıdır.
Bu, hem topyekun bütün Müslümanlara yüklenilmiş bir vazife, hem de onlar içinde bu iş için âdeta ihtisas yapmış özel insanların vazifesi… Ümmet-i Muhammed, böyle seçkin bir dâvetçi topluluğunu yetiştirmekle de mükellef…
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
Hatta bu özel topluluk, Müslümanların ölüm-kalım savaşları demek olan cihaddan bile muaf tutuluyor:
“Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup, dinde (dînî ilimlerde) geniş bir bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki, takvâ sahibi olurlar.” (et-Tevbe, 122)
Demek ki, tebliğ, dâvet, hakkı ve hayrı tavsiye etmek, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak öyle ulvî ve hayatî bir mesele ki, insanların ölümle yüzyüze kaldığı ve bir kişinin bile çok önemli bir vazife îfa edebildiği savaş meydanlarında, bu dâvetçiler topluluğu Allah tarafından izinli sayılıyor. Böylece onların vazifesi, savaştan bile değerli kabul ediliyor. Bu mânâda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ikazı da çok ikaz edici:
“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
* * *
Rabbimiz, bu dâvetçilerin kendilerinin faziletleri yanında sözlerinin de “en güzel sözler” olduğunu şöyle beyan etmektedir:
“Sâlih ameller işleyip de, ben Allâh’a teslim olanlardanım (müslümanlardanım) diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?!” (el-Fussilet, 33)
Böyle mukaddes bir vazife ve böyle önemli bir vazifeye seçilen insanlar…
Öncelikle bütün peygamberlerin en büyük vazifesi bu… Peygamberlerin gönderiliş gâyeleri, insanları irşâd ve tebliğ… Onları, kendilerini bekleyen kaçınılmaz son hakkında bilgilendirmek… Onları zulümâttan nûra, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak…
Onların ardından, aynı misyonu yüklenen o peygamberlerin bağlıları… İlk iman edenleri, havarileri, ashâbı, “Allâh’ın dininin yardımcıları”…
Onların da ebedî âleme irtihâlinden sonra kademe kademe devam eden hizmet erleri… Herkes, gücü nisbetinde, kendi sorumluluk alanında iyiliği emredip kötülüğü yasaklama vazifesini yerine getirmek zorunda… Yine Peygamber Efendimizin lisânıyla:
“Sizden her kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin. Gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu ise, îmanın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îman, 78)
Demek ki, bu yük büyük… Bu örtünün ucundan herkes tutmalı ki, ortasındaki dâvâ taşı kalkabilsin… O taşı, Kâbe duvarına yerleştirme vazifesi ve şerefi de Âlemlerin Efendisi’nin…
Hepimiz, birbirimizin şâhidiyiz. Mü’min kâfirin, kâfir mü’minin… Mü’minler, aynı zamanda birbirlerinin… Ümmet, Peygamber’in şâhidi; Peygamber Efendimiz de bütün ümmetin… Melekler, insanların şâhidi… Allah ise, her şeyi hakkıyla gören ve bilen… O hâlde hepimiz, taşıdığımız îman nimetinin şükrünü edâ etmeli; hem içimizde, kalbimizin yüceliklerine doğru sefere çıkmalıyız; hem de dışımızda doğuya-batıya, kuzeye ve güneye… Tıpkı tebliğ aşkıyla dünyanın kendisine küçücük geldiği Zülkarneyn -aleyhisselâm- gibi…
Kırılmaya, incinmeye, küsmeye, köşemize çekilmeye hakkımız yok. İnsanlar, îmansızlık ateşiyle yanıp cehâlet içinde kıvranırken, hem dünya ve hem de âhiretlerini farkında olmadan hebâ ederken, oturup dinlenmeye, boş verip görmezden gelmeye hakkımız yok!.. Eğer bu dünyada biz onlara ulaşamazsak, emin olun ki, onlar ebedî âlemde bizim yakamıza yapışacaklar. İşte o gün kaçışımız olmayacak!.. Rabbimiz, böyle kötü bir âkıbetten cümlemizi muhafaza eylesin. Bizi, sevdiği ve seçtiği insanlar kervanına dâhil eylesin. Âmin.
Fatma Nur CİHAN
Ek:
Enes -radıyallâhu anh-, İslâm tebliğcilerinin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakleder:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün şöyle buyurdular:
“–Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehîddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehîdler, onların Allâh katındaki makamlaprına gıpta ederler. Nurdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”
Ashâb-ı kirâm:
“–Onlar kimlerdir yâ Rasûlallâh!” diye sordular.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onlar, Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdiren ve Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasîhatçı ve tebliğciler olarak dolaşırlar.”
Ben:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki, Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” dedim.
Buyurdu ki:
“–İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince Allâh -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, I, 367)
YORUMLAR