“Doğrusu Allah, kendi uğrunda kenetlenmiş bir duvar gibi sıra halinde duran mü’minleri sever. Gerçekten mü’minler bir duvarın üst üste konmuş tuğlaları gibidirler” (Saff, 4)
Şimdi gönlünüzü, en ücrâ köşesine kadar açın, tüm dünyaya gözlerinizi kapatırcasına. Bir Filistinli olun gönlünüzde; babanız, eşiniz, evladınız birer mücahid olsun; sokağa her çıkışında hayatta kalma mücadelesi veren…
Bir Filistinli olun gönlümüzde... Cemaate gitmeye üşenen erkeklerimiz gelsin aklınıza, cemaate canı pahasına -bir zamanlar- gidebilen Filistinli erler gelsin sonra da...
Her gün okul yollarına binbir süsle, kendinden ve isminden habersiz, dökülen çocuklarımız gelsin aklınıza. Sonra da sokağa her çıkışında helâlleşen, canını korumak için cebinde sapan taşıyan îmânlı yürekler gelsin, Filistinli çocuklar gelsin…
Evlatlarından olan anneler, namus derdinde, can derdinde olan genç kızlar, yurtlarından atılan insanlar gelsin; binbir debdebeyle donattığımız konforlu evlerimizde, adını “huzur” koyduğumuz “gaflet”imizi kaçırsınlar.
Güllük gülistanlık hayatımızda, -biraz da- kendi uydurduğumuz sorunlarla sıkım sıkım sıkılan, büyük imtihanlar geçiren bizler; can imtihanı, iman imtihanı verenleri ne kadar hissediyoruz içimizde? Asıl imtihandan ne kadar haberdârız?
Kahraman edâsıyla, “kimliğimi korumak için”le başlayan, “vazgeçtim”lerle cümlelerimizin ardındaki övünmeyi silip atacak bir şiddetle oralardan yükselen -ama dimdik, başını eğmeden yükselen- “ah!..”lar kulaklarımızda çınlasın!
Bizler, hayatın o alıp götüren monoton ritmine takılmış oyalanırken ölümün keskin bir bıçak gibi ümitleri, hayalleri kestiği Filistin’de kaç taze kan düşüyor toprağa hiç aklımızda mı?
Elimizi vicdanımıza koyalım. Ya da bulalım ellerimizle vicdanımızı; hâlâ yerinde mi?
Atılan çığlıklar ve akan gözyaşları, kana bulanmış bedenlerden donmuş, katılaşmış gönüllerimizi nasıl ısıtacak?
Daha önceleri de yaşandı benzer sahneler!... Ancak her defasında çaresizlikle, kadere teslimiyetin ardına gizlenip gözlerimizi kapadık. Oysa yüreğimizi açmalıydık onlara, ellerimizi açmalıydık semâya duâ adına!
Hani biz bir ümmettik? Hani Peygamber Efendimiz, “Ümmetim bir vücud gibidir. Vücudun âzâlarından biri hastalandığında diğer âzâlar da bundan rahatsızlık duyar.” buyruğunun bizdeki tecellîsi...
Eğer mü’min isek güçlüyüzdür. Duâmızı kalkan ederiz her zorluğa. Musa -aleyhisselâm-’ın asâsıdır duâ. Yakub -aleyhisselâm-’ın sabrına vesîledir. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatine mazhar olup göğe yükseliştir.
“Eğer kulluk ve yalvarmanız olmasa ne işe yarardınız?” buyuruyor Cenâb-ı Hak... Bir işe yaramak, bir değer ifade etmek için ve mü’minliğimizin bir tezâhürü olarak yükselsin duâlarımız arş-ı âlâya. İlâhî takdir elbet vukû bulacaktır. Kaderin önüne elbet geçilemez. Ancak hayat sahnesinde oynanan bu dramın boş gözlerle bakan seyircisi olmaktan çıkalım artık!..
Sorumluyuz aldığımız her nefesten, attığımız her adımdan... İmanlarının bedelini ödeyen kardeşlerimize yapmamız gereken samîmî duâlardan da…
Bu bir imtihan, kaybedenlerden olmayalım…
Acıyı içimizde, en derinimizde yaşayarak duâ edelim. Bunca gafletten, bunca duyarsızlıktan sonra âkıbetimizin hayır olmasına da!..
YORUMLAR