Lütfi Efendi, her zaman olduğu gibi Rânâ Hanımın balkondaki çiçeklerini sulamış, fırından taze ekmek almaya gitmişti. Rânâ Hanım da kırk yıldır vazgeçmediği heyecanı ve ilk günkü itinasıyla kahvaltı sofrasını hazırlıyordu. Bu sofrada kendi elleriyle yaptığı reçeller, köyden gelmiş tereyağı, peynir, eşi çok sever diye hep buzlukta hazır bulundurup hızlıca pişirdiği el emeği börekleri vardı. Altmış yaşındaydılar ve hâlâ ikisi de evliliklerine ilk günkü itinâyı, hattâ gün geçtikçe daha fazlasını gösteriyorlardı. Lütfi Bey, hanımının karşısına tıraşsız çıkmaz; Rânâ Hanım sabah uyanır uyanmaz, eşi yataktan kalkmadan saçlarını tarardı.
Dışarıdan bakan herkes, onların bu kopmaz bağına hayran olduğu kadar şaşırıyordu da... Seneler hiç mi yıpratmazdı iki insanı, sevgilerini... Yıpratmamıştı işte... Ama onların mutlu yuvalarında da her hânede olduğu gibi bir imtihan, bir eksiklik vardı. Bu iki güzel insanın çocukları olmamıştı. Ama bu imtihan onların yuvalarını eksiltmemiş, daha da birbirlerine kenetlenmelerini sağlamıştı.
Tâ ki o güne kadar... Mahkeme kurulmuş, dâvâcı Lütfi Efendi, dâvâlı ise Rânâ Hanım... Mahkemeye katılanlar şaşkın... Mahallenin bakkalı bile senelerin evliliği neden yıkım aşamasına geldi diye meraktan o gün mahkeme salonundaydı. Lütfi Efendi, epey öfkeli, olanları anlatıyordu:
“-Hâkim bey, ben bunca sene onu el üstünde tuttum. Onun hâli ile hâllendim. Kendimi onun yerine koydum. Bir kadın anne olamazsa, kendisini eksik hisseder diye düşündüm. Onun çocuğu gibi sevdiği çiçeklerini ellerimle büyüttüm. Ona da bir ömür çiçek gibi baktım.”
Anlatırken sesi titriyor, arada gözleri yaşarıyordu. Salondakiler, bir tiyatro sahnesi izler gibi dikkat kesilmişti. Titreyen sesini bir öksürükle düzeltip sözlerine devam etti:
“-Hakkı var. O da bana saygıda hiç kusur etmedi. Evliliğimizi hep sevgiyle besledi.”
Sesi sâkinleşmiş, derin bir okyanus huzuruna bürünmüştü. Gözleri uzaklara, o mutlu günlere daldı. Bütün salon o hülyâya kapılmış gibiydi. Bu tatlı ân, hâkim beyin gür sesi ile bölündü:
“-Efendi, madem o kadar mutlusunuz, burada ne işiniz var?”
Lütfi Efendinin sesi, tekrar o eski donukluğuna büründü, devam etti anlatmasına:
“-Çünkü, çünkü bu hanım, bana ihanet etmiştir.”
Salonu birden bir uğultu kapladı. Herkes birbiri ile fısıldaşmaya, kendi arasında dedikoduya kaptırdı kendisini... Ama bu uzun sürmedi. Hâkim beyin uyarısının ardından Lütfi Efendi devam etti:
“-Biz senelerce eşimin ve benim ortak kusurumuz sebebiyle çocuğumuz olmuyor zannettik. Oysa benim çocuğum olma ihtimalim varmış. Eşimin çocuğu olamazmış. Ben onu gül gibi büyütürken o bunu benden sakladı. Ben çocuğum olacağını bilsem de onu terk etmezdim yine de... Ama o bencillik yapıp, onu bırakırım korkusu ile beni aldattı.”
Öfkeli gözlerle yaşlı gözleri dolu dolu olan kadına baktı. Hâkim, Rânâ Hanıma döndü:
“-Hanımefendi, eşinizin bu anlattıklarına karşı siz ne diyeceksiniz?”
“-Ben ne diyeyim Hâkim bey. Ben bunca sene eşinin anlattıklarına sâdık kalmış, o ne dediyse arkasında durmuş bir hanımım. Bugün de yine aynısını yapacağım. Eşimin anlattıkları doğrudur. Doğrudur, ama eksiktir. Kendisinin çocuğunun olabileceğine dair olan belgeleri sakladım, evet. O da bunları buldu ve okudu. Okuduktan sonra sinirle dosyayı yere fırlatıp kapıyı çekip gitti. Ondan sonra da onu şimdi mahkemede görüyorum işte… Eşim dosyayı tamamlamadı. Eğer hepsini okusaydı devamında, Lütfi Beyin çocuğu olsa bile genlerinden gelen bir hastalığı taşıyacağı yazıyordu. Ben de kendimi onun yerine koydum. Kendisini hastalıklı, eksik hissetmesindense, çocuğunun olmayacağını bilmesi daha iyi diye düşündüm. Hem bir şey daha var...”
Susup, yaşla dolan gözlerini aşağı indirdi. Cebinden çıkardığı nakışlı mendiliyle gözyaşlarını sildikten sonra devam etti:
“-Seneler evvel bir gün doktorumla yolda karşılaştık... Bana yeni gelişen tedavi metotları ile çocuğum olma ihtimalinin olduğunu söyledi. Anne olabilirdim. Ama eşimin taşıdığı genetik hastalığın tedavisi yokmuş. İşte ben de...”
Sesi titriyor, gözyaşlarını tutamıyordu. Bütün salon, Lütfi Bey de onunla beraber ağlıyordu. Bu nasıl bir fedâkârlık, bu nasıl eşinin hâli ile hâllenmeydi?! Onun mutluluğunu kendi mutluluğuna tercih etmiş, üstelik kendisini hastalıklı, eksik hissetmesin diye bir ömür bu sırrı saklamıştı.
Rânâ Hanım:
“-Ben de kendimi onun yerine koydum. Hastalığı yüzünden kendisini üzmesini istemedim. Hem olur ya, bir sebepten alınır, hastalığım yüzünden deyip küserdi. Kıyamazdım kalbinin kırılmasına... Benim anne olma ihtimalim için benden ayrılabilirdi. Bunları düşünüp gerçekleri sakladım Hâkim bey.”
* * *
Bir tutam empati, bir evliliği bir ömür ayakta tutmuştu. O nezâketli yürek, salon tarafından ayakta alkışlandı. Lütfi Bey, eşine gidip sarıldı. Kendisini affetmesini istedi.
Rânâ Hanım, ona hiç darılmamıştı ki…
O saadetli yuva, son demine kadar hemhâl olarak huzurunu muhafaza etti.
YORUMLAR