Bir Türkiye Manzarası -2

Güzel Kur’ân okuyan talebeler yetiştiriyorlardı. Lâkin yetiştirdikleri talebelerin beşerî ve sosyal münâsebetleri çok zayıf ya da problemliydi. Sorgulama olmadan direkt kabule şartlandırılmışlardı. Bir tanesi, Kur’ân-ı Kerîm’i yere düşürdüğünü, bunu telâfi için tesbih namazı kılması gerektiğini söylemişti. İnsan hatâen yaptığı bir davranıştan dolayı neden tesbih namazı kılsındı ki? Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresi’nde apaçık bildirmişti:

“…Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma!..” (el-Bakara, 286)

Bu uygulamanın, sorgusuz-sualsiz kabul edilen bir cemaat refleksi olduğunu öğrenmem çok zaman almadı.

Bir bayram ziyaretindeydik. Namaz vakti girince ev sahibinden müsait bir yer göstermesini istedim. Bu yaşıma kadar adını duymadığım bir şeyh efendinin büyüklü-küçüklü fotoğrafları, evin bu “namaz odasında” yerini almıştı.

Fotoğrafları incelediğimde bir şey dikkatimi çekti. Ev sahibi hanımın da bulunduğu bir kadın grubu, şeyh efendinin etrafında fotoğraf çektirmişlerdi. Şeyh efendi oturmuş, hanımlar onu çevrelemiş, bazıları da dizinin dibine ilişivermişlerdi. Şeyh efendinin dizleri üstünde bir havlu vardı ve hanımlar biat edercesine ellerini o havlunun (dolayısıyla şeyh efendinin dizlerinin üstüne) koymuşlardı. Bunun şeriata uymadığını söylediğimiz zaman:

“-Efendimizin gözleri âmâ…” diyorlardı.

Demek gözleri görmüyor olmak, diğer duyguları bertaraf etmeye yetiyordu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Âişe Annemize, âmâ sahabî Abdullah bin Ümmi Mektûm’un yanında örtünmesini söylemiyor muydu?

Aynı gruptan hanımlar, bir ev ziyaretinde evin erkekleri duya duya ilâhî söylemişler, uyardığımda:

“-Onlar bizim kardeşlerimiz, onlarla biz aynı dersteniz (tarikat dersi)!” demişlerdi.

Sesin nâmahremliği nasıl ortadan kalkmıştı?

Doksanlı yılların başında Türkiye’de radikal gruplar ortaya çıktı. Sembolleşmiş giyim tarzları, ötekileştirme, kendilerini tek, üstün ve biricik hak yol olarak görme, tekfir, militarist bakış açısı ve kimi zaman selefî düşünce tarzını benimsemeleriyle kendilerinden söz ettirdiler. Diyânet imamlarının arkasında namaz kılmama, Cuma namazını kılmama, şekilcilik, siyâsî çıkışlar, ümmet şuurunu kaybedip cemaat bağlılığını ön plâna alma, fıkhî meselelerde ayrılıkçı tutumlar geliştirme ile kendilerini toplumdan ayırdılar.

Doksanlı yılların sonlarına doğru, Türkiye’de siyasî, sosyal ve dînî mânâda toplum temellerini derinden sarsan bir gelişme yaşandı. “28 Şubat” adı verilen bu tarihî dönüm noktasının bir yönü de, sözüm ona, bir tarîkat şeyhinin genç bir kızla yakalanması ve başka bir tarîkatın müridlerinin, taşkın, İslâm’a uymayan söz, fiil ve sansasyonlarıyla baş gösterdi.

Aslına bakılırsa işin iç yüzünde, dînî yapılara karşı bir düğmeye basma ve onları böyle bir “kurgu” ile îtibarsızlaştırıp tarihten silmeye çalışmak vardı. Bu dönüm noktası, Türkiye’de mevcut tarîkat ve cemaatlerin yeniden gün yüzüne çıkmasına, varlıklarının sorgulanmasına ve bitmeyen tartışmaların fitilinin ateşlenmesine yol açtı.

Bugün cemaat ve tarikatlar, bir Türkiye gerçeği olarak var olmaya devam ediyor. Otuza yakın aktif tarîkat ve cemaat yapılanması var Türkiye’de... 2,6 milyon insanın cemaat ve tarîkatlara bağlı olduğuna dâir gayr-i resmî rakamlar var. Bunların pek çoğu insanlara hizmet eden sivil toplum kuruluşları şeklinde toplumla bütünleşmiş.

1925 senesinde Tekke ve Zâviyelerin kapatılmasıyla tarîkatların resmî varlıkları sonlandırılsa da, gayr-i resmî olarak varlıklarını sürdürdüler. Çünkü her biri, kendi çapında toplumun yaralarını hasbî şekilde saran büyük bir sosyal vâkıadır. Sadece “Kapattım!” demekle bitmez. Kökleri, “Hılfü’l-Fudûl” ve “Dâru’l-Erkam”a dayanan sahih tarîkatlar, “sırât-ı müstakîm” çizgisinde bir âidiyet, kardeşlik, yardımlaşma ve Allâh’a kulluk duygusu oluşturma çabasının diğer adıdır.

  1. yüzyılda Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasıyla “Alperen”, yani gazi-dervişler, Anadolu’yu karış karış dolaşıp İslâmiyet’i yaymışlar, yaymakla kalmamış “Anadolu İrfânı”nın temellerini atmışlardır. “Anadolu İrfânı”, tasavvuf temelli bir tebliğ, ilim ve irfan hareketidir. Ahmed Yesevî’lere, Şeyh Edebâlî’lere, İmâm Rabbânîlere, Mevlânâ’lara, Yûnus Emre’lere ve pek çok irfan ehline dayanan köklü İslâm Medeniyeti, tasavvuf ve tarîkatlar yoluyla kurulmuştur.

Tekke ve zâviyeler, asırlar boyu İslâm Ümmeti’ne mânevî kılavuzluk yapmış, bir psiko-terapi merkezi, dertlilerin yaralarını saran, sosyal yardımlaşma ve dayanışma kanalları inşâ edip halkın arasında köprüler kuran bir ilim ve hizmet mekânı olmuşlardır. Tarîkatların insana yaklaşımı; gönül kazanma, toprak fethetmekten önce gönül fethetme tarzıdır.

 İnsanın gönlünü bir yola bağlaması, bir yola girmesi, gönül dünyasında bir yola muhabbet duyması son derece tabiîdir. Bu, eleştirilemez, inkâr edilemez. İnsan, gönlüne yön veremez. İnsanların bu tercihleri, onların inanç ve maneviyat yönleri ile bağlantılıdır. Lâkin bağlı olunan yolun Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’e muhalif olmaması, Kur’ân ve Sünnet’ten beslenmesi; insan aklına, mantığına aykırı ifade, davranış ve alışkanlıklar ihtivâ etmemesi, en temel ve mühim husustur.

Tarîkat/cemaat lideri; kimsenin bıyık ve sakal boyunu, başörtü şeklini ve markasını, takke, cübbe, sarık rengini tayin edemez, etmemelidir. Bu, insanları tek tipleştirmektir. Çarşaf, ferâce, pardösü ya da kep giymekle insanın îmânı artıp azalmaz. Bunların renkleri de göz alıcı olmamak kaydıyla şahıslarca seçilebilir.

Tesettür demek; siyahlara bürünmek değildir. Siyah giymeyenleri kınamak da kalbin tesettürsüzlüğüne delâlettir. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de Şârî-i Teâlâ, erkek ve kadınlara tesettürü emrederken genel ölçüleri bildirmiş, bunun dışında herhangi bir özel sınırlama, husûsî bir şekil, renk ya da boyut tayin etme yoluna gitmemiştir. Bu; kişilere, iklimlere, kültür ve örfe göre çeşitlilik arz eder. Bu; ümmetin zenginliğidir. Esas olan, Kur’ân ve Sünnet çizgisinden ayrılmamaktır.

Müslümanlar; zekât, sadaka, fitre, kurban ya da infaklarını fıkhî ölçüler çerçevesinde evvelâ en yakınlarında bulunan akraba, eş-dost ve komşularına verirler. Kimse, bir müslümanın kurban ibadetine gölge düşüremez. İnfâkını, zekâtını gasp edemez. Samimî infaklar, müritlerin ellerine tutuşturulan zarflara sığdırılamaz. Bu şartlı refleksler, ibadette gönülsüzlüğe, ruhsuzluğa, ihlâsın kaybolmasına yol açar. Veren de alan da, hayır görmez.

Bir kimsenin tarîkat yoluna girmesi, nasip ile açıklanabilir. Kişi irâdesini kullanır; dilerse bir yol seçer, o yolun müntesibi olup olmamak nasîbine kalır. Bunlar, tasavvuf kitaplarında tafsilâtıyla anlatılan bilgilerdir.

Bir tasavvuf yolunun (diğer adıyla tarîkat), bize muhatap olabilmesi için başında bulunan zâtın, müslüman, şeriatın bütün emir ve yasaklarına harfiyen uyan, akıllı; takvâ, ilim ve irfan sahibi, diğergâm, cömert olması; kibir, gurur, insanları hor ve hakir görme gibi nefsânî vasıflardan berî ve “bakıldığı zaman Allâh’ı hatırlatan”[1] bir kul olması icâb eder.

Şerîat denilen İslâm’ın iskelet yapısı, yani binanın temeli sağlam olmadan, orada bir irfan ya da tasavvuf yapılanmasından söz etmek mümkün değildir.

Mürşid-i kâmil olduğunu söyleyen kişi, bir silsile yoluyla tâyin edilmiştir. Kişinin Kur’ân ve Sünnet’e bağlılığı, dil ve üslûbu son derece belirleyici özelliklerdir. Bir grubun lideri nasılsa, onun müntesipleri de öyle olacaktır. Arada çıkan aykırı tipler, o grup için bağlayıcı değildir. Bir grup ya da teşekkülü târif etmek, tanımak ya da yargılamak için, merkez insan konumundaki kişinin analiz edilmesi gerekir.

Bilhassa 28 Şubat döneminden itibaren medyaya yansıyan tarîkat şeyhi, cemaat lideri, şeyh efendi ve müritleri eksenli görüntüler, maksatlı bir algı operasyonudur. Yüzyıllardır tasavvuf mayasıyla yoğrulmuş bu milletin arasına tefrika sokmak, halkı kin ve nefrete sürüklemek, derdi Allâh’ın rızâsını kazanmak olup tekke mantığıyla dertlere derman olma gâyesi güden, nezih grup ve teşekküllere gölge düşürmektir.

Elbette senelerdir halkın mânevî ve saf duygularını sömüren, benlik, baş olma sevdası, kibir, gurur, el etek öptürme, rant ve makam peşinde olan, kendine “şeyh” dedirten, sahte din tüccarları da olagelmiştir. Bunlar, hâlâ kasıtlı bir şekilde “sömürme” propagandası yapmaktadır. Tamamen şekilci, ötekileştirici, ayrıştırıcı, kaba ve hodgâm bir dil ve üslûba sahiptirler. Bakıldığı zaman insanda nefsânî çağrışımlar yapan ve gönle kasvet veren bir mizaca sahiptirler. “İnsanların en tehlikelileri” olarak adlandırabileceğimiz bu kimseler, etraflarına topladıkları, güyâ müritleri ile gövde gösterisi yaparak, insanlara maddî-mânevî yük olup zâyiât verdirmektedirler.

Toparlayacak olursak, kişinin gönül dünyasında yer edinen sahih bilgiyle temellerini bulmuş bazı mânevî yollar bulunabilir. Zira Allâh’a giden yollar, mahlûkâtın nefesleri adedince çoktur. Bir yola girmek de, bir yolu tercih etmemek de kişinin kendisinin karar vereceği bir husustur. Bir yolun müntesibi, sadece o yola müntesip olmakla Cennetlik olamayacağı gibi, bir yola girmeyen insan da Cehennemlik olarak kabul edilemez, edilmemelidir.

“-Şeyhim beni mutlaka Cennet’e götürür!” sözü bir kandırmacadır.

Şeyh, ya da mürşid-i kâmil, müntesiplerine kılavuzluk eder. Cennet’i kazanmak, bir yola bağlılığı gerektirmez. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’ın şartlarını gücü yettiğince yapmaya çalışacağına dair söz veren bedevîye Cennet’i vaad etmiştir.[2]

Tarikat ve cemaatler, ümmet birliğini hedeflemeli; ayrıştırıcı değil, birleştirici, bütünleştirici, kuşatıcı olmalıdır. Sen-ben kavgası, “En Üstün Biziz!” iddiaları, kibir, gurur, haset, ötekileştirme, itibarsızlaştırma, cemaat egosu, sınıflaşma, çatışma, tekfir etme… Bunların hepsi Ümmet’i ayakta tutan sütunların hedef alınıp bir bir yıkılması mânâsına gelir.

“Mü’minler bir binanın tuğlaları gibi birbirine bağlıdır.” (Müslim, Birr, 65) hadîs-i şerîfi aslâ ve aslâ hatırdan çıkarılmamalı, bu minvalde kardeşçe hareket edilmeli, “farklılıklar, zenginlik” olarak görülmelidir. Hadîs-i şerîfte:

“Cemaatte (birlikte hareket etmek) rahmet, tefrikada azap vardır.” buyrulur. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 375)

İstiklâl şâirimiz merhum Mehmed Âkif Ersoy’un ifadesiyle birlik ve beraberlik, rahmet vesîlesidir:

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

 

[1] Bkz: İbn-i Mâce, Zühd, 4; Taberî, 4/2731.

[2] Buhârî, Îman, 34; Müslim, Îman, 8, (11); Nesâî, Sıyâm, 1, (4, 120); Ebû Dâvûd, Salât, 1, (391); Muvatta, Kasru’s-Salât fi’s-Sefer, 94, (1, 175).

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle