Bir Tesellî Ve İkrâm: İsrâ Ve Mîrâc

İsrâ ve Mirac hâdisesi, nübüvvetin 11. yılında, hicretten 18 ay evvel vukû bulmuştur. Müslümanlar tarafından “Hüzün Yılı” adı verilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en yakınları ve en büyük yardımcıları olan muhterem zevcesi Hazret-i Hatice Vâlidemiz ile amcası Ebû Talib’in vefâtını müteâkip Peygamberimiz, Mekke’deki desteklerini kaybetmişti. Başka şehirlerde îman edecek ve İslâm dâvâsına gönül verecek kimseler aramaya başlamıştı. Bu istikamette Tâif’ten gelen bir dâveti kabul etmiş, fakat oradaki insanlar Peygamberimizi ağırlayıp O’nu dinlemek bir tarafa, O’nu ve Zeyd bin Hârise’yi, çocuklara ve ayak takımına taşlatmak sûretiyle incitmişlerdi. İşte insanlar tarafından bu şekilde himâyesiz bırakılan Allah Rasûlü’ne, hem bir tesellî ve lütuf; hem de “gerçek hâmînin” Allah Teâlâ olduğunu ifade sadedinde, gökyüzünün kapıları açılmış ve “İsrâ ve Mîrâc Mûcizesi” ikrâm edilmiştir.

İsrâ ve Mîrâc olarak ifâde edilen bu ilâhî ikram, bütün beşerî perdeler kaldırıla­rak idrâklerin ötesinde ve tamâmen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Meselâ, beşerî mânâda mekân ve zaman mefhûmu ortadan kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve sayısız müşâhedeler, bir sâniyeden daha az bir zaman içerisinde vukû bul­muştur. Bu hâdisenin ilk kısmı olan “İsrâ” yani, Mekke’den Kudüs’e doğru seyahat, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle yer alır:

“Kulunu (Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hak­kıyla görendir.” (el-İsrâ, 1)

Bir gece yarısı, çok kısa bir “ân” içinde Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek (oradan da göklere doğru bir yolculuk), çok büyük bir iştir. Bunu insan aklı ve mantığı, bugünkü bilim ve teknoloji ile dahî anlamakta zorlanır. Hâlbuki bu, yüce Allah için çok kolaydır. Onun için “Ol!” demek yeter.

Eğer İsrâ ve Mîrac hâdisesini, inkâr edenler bunu Allâh’ı âciz gördükleri için yapıyorlarsa, elbette Allah, onların nâkıs idrâklerinin ötesinde sonsuz kudret ve hikmet sahibi Sübhân bir varlıktır. Yok, eğer, onların inkâr sebebi, Peygamber Efendimizin buna lâyık olmadığı yolunda ise, bu tamamen Allâh’ın lutfudur; O, istediğine istediği ikrâmda bulunmakta serbesttir. Aynı şekilde, insanlar içinde bu ihsana en lâyık kimse de, kendisine “sevgili” olarak seçtiği “Habibullâh-ı Zîşân”dır.

Biz, İsrâ ve Mîraç hâdiselerinde Peygamber Efendimizin yanında değildik. Olan bitene şâhid olmadık. Ama O, insanlar arasındaki münâsebetlerinde bile “el-Emîn” ve “es-Sâdık” olan Zât, Allâh’a karşı yalan ve bühtana teşebbüs edecek bir kimse değildir. O hâlde, gelin, O’nun fem-i muhsininden Mîraç gecesi yaşananlara kulak verelim:

* * *

 

İsrâ hâdisesiyle, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o gece Mescid-i Aksâ’da bütün peygam­berlere imâm olup namaz kıldırdı. (İbn-i Sa’d, I, 214)

* * *

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, İsrâ gecesi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, birinde şarap, diğerinde süt bulunan iki kâse getirildi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir baktıktan sonra süt kâsesini tercîh etti. Bunun üzerine Cebrâîl:

“−Seni, insanın yaratılış gâyesine uygun olana yönlendiren Allâh’a hamd olsun. Şâyet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi. (Müslim, Îman, 272; Eşribe, 92; Ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr 17/3, Eşribe 1, 12; Nesâî, Eşribe 41)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylece bütün ümmetini temsil ediyor ve onların feyz menbaı oluyordu. Burada süt, fıtratı; şarap ise dünyâya rağbeti temsîl etmekteydi.

* * *

Kâinâtın Efendisi Sertâc-ı Enbiyâ -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz Mîrac hâdisesini şöyle anlatırlar:

“−Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim... Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.

«−Gelen kim?» denildi.

«−Cibrîl!» dedi.

«−Berâberindeki kim?» denildi.

«−Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.

«−Ona Mîrâc dâveti gönderildi mi?» denildi.

«−Evet!» dedi.

«−Hoş gelmişler! Bu geliş, ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı.

Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.

«−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi.

Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:

«−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!” dedi.

Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimesselâm- ile karşılaştım. Onlar teyzeoğullarıydı.

Sonra Cebrâîl, beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hazret-i İdrîs -aleyhisselâm- ile, beşinci kat semâda Hârûn -aleyhisselâm- ile, altıncı kat semâda ise Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

«−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Ben onu geçince, ağladı. O’na:

«–Niye ağlıyorsun?» denildi.

«−Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi.[1]

Sonra Cebrâîl beni yedinci semâya çıkardı ve İbrâhîm -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«−Bu, baban İbrâhîm’dir; ona selâm ver!» dedi.

Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:

«−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Daha sonra bana:

«−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.» dedi.

Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.

Cebrâîl -aleyhisselâm- bana:

«−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!» dedi.”

Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.

«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!» dedi...” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)

Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu.

O da cevâben:

“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)

Artık bundan sonraki yolculuğa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnız devâm etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lutfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref oldu.

Bu yolculuktaki hârikulâdeliklerin lâyıkıyla ifâdeye dökülmesi, hayâl ötesi bir hakîkati, beşer idrâkinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakîkati ve asıl mâhiyeti Allâh ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamâmen “âlem-i gayb” şartları dâhilinde tahakkuk etmiştir.

* * *

Hâsılı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberler hakkında vâkî olan ilâhî lutufları aşan müstesnâ bir ikrâm-ı ilâhî ile Mîrâc’da Zât-ı Ulûhiyyet’e mahsus zamansız ve mekânsız bir âlemde:

(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9) diye bilinen bir tecellîye mu­hâtab olmuştur.

Bu tecellînin bir zerresini müşâhede etmekle, ülü’l-azm peygamberlerden olmasına rağmen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın düşüp bayıldığı hatırlanırsa, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın Allâh katındaki ulvî mevkii ve kendisine lutfedilmiş husûsî salâhiyet ve iktidârın derecesi az-çok kavranmış olur.

* * *

Allâh Teâlâ, Mîrâc’ı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurur:

 “İnmekte olan yıldıza and olsun. Sâhibiniz (Muhammed Mustafâ) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzûsuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrâîl, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu). Sonra yaklaştı ve tedellî etti. (Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu. Allâh o anda kuluna vahyini bildirdi. (Muhammed Mustafâ’nın) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkârcılar!) O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız? And olsun ki (Muhammed Mustafâ), onu (Cebrâîl’i) Sidretü’l-Müntehâ’da bir defâ daha gördü. Orada Me’vâ cenneti vardır. O Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. (Muhammed Mustafâ’nın) gözü, oradan ne kaydı, ne de sınırı aştı. And olsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını (da) gördü.” (en-Necm, 1-18)

 

Bu âyet-i kerimelerde özetle sayılmış olanları; birkaç madde hâlinde şöyle sıralayabiliriz:

1-Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ağzından çıkan gerek bu olağanüstü hâdiseler ve teferruatıyla ilgili cümleler olsun, gerekse Allah’tan vahiy aldığı, kendisinin O’nun bir elçisi olduğu bilgisi olsun; hepsi Allah katındandır ve Peygamber, bunu kendi arzusu ile dile getirmemektedir. Aynı şekilde Allah adına söylediği her şey ilâhî kontrol altındadır. O, Allâh’a rağmen, O’nun adına bir şeyler söyleme hak ve salâhiyetine sahip değildir. O, ancak Allâh’ın haber vermesini emrettiği şeyleri emreder. Dolayısıyla O’nun söylediklerine îman ve itaat, Allâh’a iman ve itaattir. O’nun söylediklerini red ve inkâr ise, Allâh’ın buyruklarına isyan etmek demektir.

2-Çeşitli gök kademeleri geçildikten sonra “Sidretü’l-Müntehâ” adındaki bölgeye gelinmiş, insanlar bir tarafa, Hazret-i Cebrail için bile son merhale olan bu noktadan sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolculuğu devam etmiş ve O, Allah Teâlâ ile bizzat görüşerek O’ndan vahiy almıştır. Bu görüşmenin mâhiyeti, insan idrâk ve ihatasının ötesindedir. O, kul ile Rabbi arasında bir tecellîdir ki, sâir hiçbir insana bir söz düşmez. Çünkü Allah Rasûlü’nün gördüğünü, kalbi yalanlamamış ve O, bambaşka ilâhî lütuf ve tecellîlere mazhar olmuştur. O hâlde O’nun bizzat gördüğü, yaşadığı, hissettiği şeyler hakkında tartışmak, konuşmak, “Böyle şey olamaz!” demek, beyhûde bir gayrettir. Bu noktada insana düşen sıddîkça bir teslimiyettir, nasipsizce bir inkâr değil!..

3-Âyette Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makam cihetiyle Cebrâîl -aleyhisselâm-’dan daha ileride olduğuna işâret edilmiştir. Nitekim Cebrâîl -aleyhisselâm-, Mîrâc Ge­cesi’nde kendisinin: “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım, muhakkak yanardım!” dediği makamda kalmış ve Peygamber Efendimiz daha ileriye gitmiş­tir. Bu hakîkat, Allâh Rasûlü’nün dönüşte tekrar Cebrâîl’e rastlaması ile daha bâriz bir şekilde anlaşılmaktadır.

* * *

Südretü’l-Müntehâ’daki bu görüşmenin akabinde Peygamber Efendimize gökler âlemi hakkında başka bilgiler de verilmiş, melekût âlemini, cenneti ve cehennemi de görme imkânına kavuşmuştur. Şöyle ki:

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’da bir topluluğa uğradılar ve gördüler ki, onların dudakları deve dudağı gibidir. Birtakım vazîfeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına taş koyuyor.

“–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” dedi. (Taberî, XV, 18-19)

Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka bir topluluğa rastladı. Onlar da bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı:

“–Ey Cebrâîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Bunlar, (gıybet etmek sûretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve nâmuslarıyla oynayanlardır.” cevâbını verdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878)

Daha sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz orada; zinâkârları, leş yiyen bedbahtlar olarak; fâiz yiyenleri, karınları iyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zinâ edip çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş aşağı asılı hüsrâna dûçâr olmuş bir hâlde gördü. (Bkz. Taberî, XV, 18-19)

Bu sebeple Varlık Nûru Efendimiz:

“Eğer benim bildiğimi sizler de bilmiş olsaydınız, muhakkak ki, pek az güler ve çok ağlardınız!” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

* * *

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine Mîrâc’da yaşadığı müşâhedelerle alâkalı bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Mîrâc Gecesi’nde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:

«Sadaka on misliyle, borç vermek ise on sekiz misliyle mükâfâtlandırılacaktır.»

Ben:

«−Ey Cibrîl! Borç verilen şey niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.

 «−Çünkü, sâil (çoğu kere) yanında para olduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“(Mîrâc esnâsında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler ekseriyâ fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için) mahpus idiler. Bunlardan cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Zühd, 93)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hadîs-i şerîfleriyle bilhassa hanımlara, azâb-ı ilâhîye dûçâr edecek davranışlardan kendilerini korumaları için husûsî bir îkazda bulunmaktadır.

* * *

Gerçekten o gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sayılamayacak kadar çok âyetler görmüştür.

Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

“(O gece) göğe yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtıla­rını duyuyordum.” (Buhârî, Salât, 1)

Yâni Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir makam ve seviyeye çıkarıldı ki, orada kâinâtın mukadderâtı­nı yazan kalemlerin seslerini işitiyor, idrâk ötesi hakîkatlere muttalî oluyordu.

Yukarıdaki hadîs-i şerîflerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’da mâzî, hâl ve istikbâli içiçe, aynı anda yaşıyordu.

 

Mîrâç Dönüşü

Varlık Nûru, Kâinâtın Sürûru Efendimiz, İsrâ ve Mîrâc hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:

“–Ey Cebrâîl, kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ebûbekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 215)

* * *

Müşrikler, Mîrâc hâdisesini duyduklarında, derhâl yalanlamaya koyuldular. Ortalığa bir dedikodu velvelesi hâkim oldu. Bunu fırsat bilerek, mü’minleri de bu yolda vesveselerle îmanlarından caydırmak istediler. Hattâ Hazret-i Ebûbekir’e bile gittiler. Ancak o, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan dâsitânî bir îman sadâ­katinin şevki içinde:

“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi.

Müşrikler:

“−Sen O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allâh’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi.

Daha sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetinden dinledi ve:

“–Sadakte (doğru söyledin), yâ Rasûlallâh!..” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnûn kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e:

“–Ey Ebûbekir, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)

O günden sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh- “Sıddîk” lâkabıyla meşhur oldu.

Ashâb-ı kirâm hazarâtı da Ebûbekir -radıyallâhu anh- gibi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tasdîk ettiler.

Mü’minleri kandıramayan müşrikler, bu defa Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkarak akıllarınca O’nu imtihan etmeye kalktılar. Beyt-i Makdis’i sordu­lar. Cenâb-ı Hak, Beyt-i Makdis’i Rasûlü’nün gözleri önüne getirdi. Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- da, sorulan suâllere Beyt-i Makdis’i seyrederek cevap verdiler. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 41; Tefsîr, 17/3; Müslim, Îman, 276)

Müşrikler, bu defa da yoldaki bir kervandan ve o kervandaki bazı husûsiyetlerden sordular. Kervan da, o an tıpkı Mescid-i Aksâ gibi Rasûlullâh’ın gözlerinin önüne getirildi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gerekli mâlumâtı onların istediklerinden fazlasıyla verdi. Fazladan olarak kervanın güneş doğarken Mekke’ye gireceğini de bildirdi.

Aldıkları cevaplarla şaşkına dönen müşrikler, “Belki son söylediği doğru çıkmaz.” düşüncesiyle şafak vakti uyumayıp, hep birlikte kervanı gözlemeye başladılar. Sonunda kervan göründü, lâkin kalbleri kilitli olanlar, inatlarında devam ederek:

“–Bu apaçık bir si­hirdir!” dediler. (İbn-i Hişâm, II, 10)

Îman, bir nasip işidir. Kalbin nasibi… Eğer kulun kalbinde eğrilik varsa, gözü ne kadar delil görse kâr etmez!.. Rabbimiz, bizi îmana erdirdikten sonra ayağımızı kaydırma; bizi dinin üzerinde sabit kadem eyle!.. Âmin.

(Not: Bu yazının hazırlanmasında, Muhterem Osman Nûrî Topbaş Hocaefendi’nin “Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.)-1 Mekke Devri” adlı eserinden istifade edilmiştir.)

 

 

[1] Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ağlaması hasetten kaynaklanan bir durum değildir. Elde edemediği bir kemâl hâline hüzünlenmesi sebebiyledir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle