İslâm mimarîsinin en muhteşem eserleri, Hakk’a kulluk ve halka hizmet gayeleriyle bina edilen câmi ve külliyelerden oluşur. Saray mimarîsini de içine alan sivil mimarîdeki mütevazı mekân uygulamaları, bir mâbed veya hayır eseri söz konusu olduğunda yerini olabildiğince ihtişamlı âbidelere bırakır. Bu durum özellikle Osmanlı devri mimarîsinde ve bu mimarînin en yoğun uygulama sahası olan İstanbul şehrinde gayet net bir şekilde müşahede edilebilir.
Mimarîmizde bir diğer göze çarpan husus da, Allâh’a adanan yapılarda gayenin yüceliğine paralel olarak sürekli bir mükemmellik arayışıdır. Bu arayışın en belirgin izlerini Mimar Sinan’ın eserlerinde görmek mümkündür. Onun, özellikle câmi mimarîsinde aradığı mükemmellik, birçok biçim farklılıklarına uğrasa da, bu farklılıklar içinde hep aynı kalan bir arayışı fark etmek mümkündür. Bilhassa ibadetin îfâ edildiği iç mekâna yönelik göze çarpan en temel arayış “tevhîd” anlayışından doğan tek kubbe hâkimiyetini daha belirgin bir hâle getirmektir. Bunun yanında huzur ve huşûu sağlamaya mâtuf, “nûrlu” yani olabildiğince aydınlık bir mekân arayışı da göze çarpan diğer bir noktadır.
Usta mimarın, “tek kubbenin hâkim olduğu aydınlık bir mekân” arayışının en güzel örneklerinden birisi de Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Câmii’dir. Öncelikle bu câmiin içinde yer aldığı külliye hakkında genel bir bilgi verip daha sonra bu değerlendirmemize devam edelim.
Külliye Hakkında
Kanunî Sultan Süleyman’ın kızı olan Mihrimah Sultan adına İstanbul’da iki adet külliye bulunduğunu önceki yazımızda zikretmiş ve bunlardan Üsküdar İskelesi’ndeki külliyeyi tanıtmıştık. İkinci külliye ise, Bizans surlarının Edirnekapısı mevkiinde yer alır. Üsküdar’daki külliyenin deniz seviyesinden sadece birkaç metre yüksekte yer almasına mukabil, Edirnekapı’daki bu külliye, sur içi İstanbul’unun en yüksek tepesine kondurulmuştur. Her ne kadar Mihrimah Sultan ismiyle anılsa da, bu eser, onun 1558’deki[1] vefatından dört sene sonra, yani 1562’de yapılmaya başlanıp 1565’te tamamlanmış bulunmaktadır. Ancak Kanunî Sultan Süleyman, bu külliyeyi hayırsever kızının rûhuna hediye ettiği içindir ki, onun ismiyle anılır olmuştur.
Edirnekapı Mihrimah Sultan Külliyesi’nin müştemilâtında câmi, mahalle mektebi, medrese, hamam ve bir de türbe yer almaktadır. Türbe, 1580 yılında vefat etmiş olan Güzel Ahmed Paşa’nın türbesi olup, bu zât, hem bir Osmanlı veziri, hem de Rüstem Paşa’nın (dolayısıyla da Mihrimah Sultan’ın) damadıdır. Türbe hâricinde bir de hazîre (açık mezarlık alanı) yer alır ki, buranın da en mühim misafiri, Hilye-i Şerîfe’siyle meşhur olan Hâkanî Mehmed Bey’dir. Hakanî, Rüstem Paşa’nın kerîmezâdesi (kız kardeşinin oğlu) olup 1606’da[2] vefat etmiştir.
Külliyenin, câmi hâricindeki kısımlarında restorasyon çalışmaları devam ettiği için buraları ziyaret etme imkânı bulamadım. Ancak surların üzerinden görüldüğü ve kaynaklarda da bildirildiği üzere medrese, câmiin ana giriş kapısının açıldığı avluyu çevreleyen on yedi adet hücreden oluşmaktadır. Hücrelerden hâriç bir dershânenin bulunmayışı sebebiyle derslerin câmi içinde işlendiği tahmin edilmektedir. Avlunun ortasında yer alan şadırvan, Sinan câmilerindeki en güzel şadırvanlardan birisidir. Kıble istikametinde yer alan hamam ise, çifte hamam özelliğine sahiptir.
Câmiin Mimarî Özellikleri
İslâm mimarîsinin en mühim ve nevi şahsına münhasır eserlerinden sayılan Edirnekapı Mihrimah Câmii hakkında, haddimizi aşan mimarî değerlendirmelere girmeksizin sözü, ehline, bilge mimarımız rahmetli Turgut Cansever’e bırakalım:
“Edirnekapı Mihrimah Sultan Câmii, yüksek kübik kaide üzerinde yer alan bir kubbeden oluşmaktadır. Kaide, dört cephesinde büyük kemerlerle geçilmiş, kemer altındaki ince duvarlar, o güne kadar benzeri görülmemiş ölçüde yoğun ve üç sıra hâlinde armudî sivri kemerlerle biten pencerelerle bezenmiştir. Câmiin içinin bir ışık seliyle dolmasını sağlayan bu pencereli duvarların oluşturduğu aydınlık ve renkli iç mekân, aynı pencerelerde dış dünya ile bütünleşir. (…)
Sinan, bu câmide geleneksel câmi mimarîsinin yüksek kübik kaide üzerine yerleştirilmiş kubbesini, Üsküdar Mihrimah Sultan Câmii’nin büyük cephe kemerini, Süleymaniye’nin iki yan kemeriyle fil ayaklarını birlikte ve belirgin görevler vererek kullanmıştır. Bu da onun tarihî birikiminden ve şahsî tecrübelerinden hareketle yeni çözümler üretme irâdesini yansıtmaktadır.”[3]
Bir diğer mimar ise, benzer şekilde şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
“Kare dayanağa oturan tek kubbeli câmi tipinde en büyük aşama, Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’dir. Burada büyük (20 m) ve yüksek (35 m) bir tek kubbe, bütün mimarîye hâkimdir. Kubbe, dört kemerli ve dört pandantifli[4] bir sistemle ağırlık kulesi gibi yükselen dört ayağa taşıtılır. Bu dört ayak, çokgen formda ve iç mekândan algılanmayacak gibi dışa doğru taşırılmıştır. Böylece içeride dört yandan bıçakla kesilmişçesine kristal bir form oluşur. Pencerelerden gelen ışıkla bu kristal etki daha da güçlenirken strüktür[5] belirsizleşir. Büyük kemerler arasında kalan duvarlar, kemer kalınlığını gizler ve çok sayıda pencerelerle âdeta dantel gibi oyulur. Artık bu duvarların yük taşıyıcılığı kalmamıştır.”[6]
Mimar Sinan’ın bu câmide dörtgen şemayı kullanıp böylece geniş kemerli ve taşıyıcı ayağı az olan bir tercihte bulunması, yarım kubbe kullanmaması, kemer kalınlıklarına nisbeten ince olan duvarları sık ve geniş pencerelerle dantel misâli işleyerek taşıyıcı unsur olarak değil de estetik unsur olarak değerlendirmesi, hiç şüphesiz iç mekânın bir ışık seliyle dolmasını ve böylece gayet nûrlu bir ibâdet ortamı oluşmasını sağlamıştır. Ancak bu nâdide eserin zarifliği, onun -Mimar Sinan’ın diğer eserlerine nazaran- daha zayıf bir bünyeye sahip olmasını da beraberinde getirmiştir. Külliyenin tarihî serencâmı, onun bu vasfını bizlere göstermektedir.
Külliyenin Tarihî Serencamı
Edirnekapı Mihrimah Sultan Külliyesi, ikinci derece deprem hattında bulunmaktadır. Bu sebepten deprem hâdiselerinin, nisbeten zarif bir plânla inşâ edilmiş câmide ciddî hasarlar oluşturduğu görülmüştür. İlk olarak 1719 senesindeki deprem esnasında hem kubbesi çökmüş, hem de minâresi yıkılmıştır. Aynı talihsizlik, 1766 senesindeki deprem esnasında da yaşanmış ve bu hâdise sonrasında da yine kubbe ve minâre hasar görmüştür. Sultan III. Mustafa zamanında câmiin yeniden tamir edildiği bilinmektedir. 1894 senesindeki depremde ise, minâre, son cemaat yerinin kubbeleri üzerine devrilmiş, böylece hem minare, hem de bu kubbeler zarar görmüştür. Bu deprem sonrasında oluşan hasar, 1907-1910 tarihleri arasında Evkaf Nezâreti’nin yaptırdığı tamir ve restorasyon ile telâfi edilmiştir. Ancak bu restorasyon esnasında câmi içindeki klâsik tezyinât yerine barok tarzı bir süsleme tercih edilmiştir. Bu süsleme, daha sonra 1957 yılındaki restorasyon esnasında yerini tekrar klâsik üslûptaki kalemişi tezyinata bırakmıştır. 1967-1969 tarihleri arasında da bütün külliyenin tekrar elden geçirildiği bilinmektedir. Bu süreç içerisinde minâre, birçok defalar yıkıldığı için, günümüzde câmiin ana gövdesiyle estetik oran açısından uyumsuzluk arz eden ince minâresinin bu şekli hangi onarım esnasında aldığı tam olarak bilinmemektedir.
17 Ağustos 1999 depremi de, yine bu câmide büyük hasarlar meydana getirmiştir. Bu tarihten sonra bir müddet ibâdete kapatılan câmi, gerekli tamir ve güçlendirme çalışmaları yapıldıktan sonra tekrar ibâdete açılmıştır. Bu restorasyon esnasında güçlendirmenin yanında iç tezyinat da ele alınmıştır. Yirminci yüzyılın ortalarında taş duvarlarla kemerler üzerine beton sıva çekilerek yoğun bir biçimde uygulanan tezyinât, bu son restorasyonda temizlenip taş kısımlar açığa çıkartılmış ve yapıldığı devrin anlayışına uygun, sade bir kalemişi tezyinat uygulamasına geçilmiştir.[7] Câmi, bugün ibadete açıktır. Külliyenin diğer kısımlarında ise restorasyon çalışmaları devam etmektedir.
Mühim Bir Not
Bu nâdide eserin hassas bir bünyeye sahip olması, ona karşı dikkatli davranmayı gerektiren bir husustur. Ancak uzun süren güçlendirme çalışmalarıyla ayakta tutulan bu kıymetli ecdad yâdigârının Sulukule cihetinde bugünlerde devam eden konut inşaatları, endişe verici bir tablo arz etmektedir. Sur üzerine çıkarak yaptığım fotoğraf çekimleri esnasında, şantiye sahasının külliye duvarlarının tam dibine dayandığını ve bu kadar kısa bir mesafede neredeyse külliyenin temellerini açığa çıkartacak bir şekilde ve on metreyi aşan bir derinlikte kazılarak âdeta temelin oyulduğunu bizzat müşahede ettim. Az evvel külliyeyi gezerken gayretli restorasyon çalışmalarının bende oluşturduğu memnuniyet hissi, bu tehlikeli manzara karşısında yerini hayret ve korkuya bıraktı. Allah’tan temennim, şâhit olduğum manzara benim nâ-ehil gözüme göründüğü kadar vahim değildir. Ama böylesi bir vehâmeti fark etmek için bilmem ehil olmaya gerek var mı? Öyle ya, bu memleket nice “kör kazma”lar gördü!..
[1] Ebced hesâbıyla “hâdise-i mevt” yani 965 hicrî senesine tekabül etmektedir. (Hadîka, s. 65)
[2] Ebced hesâbıyla “iltifât-ı bekâ” yani 1015 hicrî senesi… (a. y.)
[3] Turgut Cansever, Mimar Sinan, sh. 89-90
[4] Köşeli plândan kubbeye geçişi sağlayan üçgen kısım. Bazen düz ve kavisli bir satıh hâlinde bırakılır, bazen de geometrik şekillerle bezenir.
[5] Strüktür: Yapının ana taşıyıcı sistemi, yapı iskeleti.
[6] Reha Günay, Mimar Sinan, İstanbul, 2010, sh. 46
[7] Murat Sav-Kıvanç H. Kuşüzümü, Restorasyon Çalışmaları Çerçevesinde Mihrimah Sultan Câmii, “Restorasyon” Dergisi, sayı:1, s. 43-53
YORUMLAR