Bu hususta aklıma Ensâr-Muhâcir arasındaki nezâket ve zerâfetin zirvesini teşkil eden şu misal geliyor:
“Hurmalarını devşirdiklerinde Ensâr, onları ikiye bölerdi. Bir yana çok, bir yana az hurma koyarlardı. Ancak az olan tarafı (çok göstermek için) hurma dallarıyla beslerlerdi. Sonra muhâcirlere derlerdi ki:
«-Bunların hangisini arzu ederseniz onu alın!»
Muhâcirler de (çok görünen tarafı Ensâr’a bırakıp) az olan tarafı seçerlerdi. Tabi, hurmanın çoğu (hiç haberleri olmaksızın) muhâcirlere düşmüş olurdu. Böylece Ensâr, az olanı kendilerine ayırmış olurlardı.” (Heysemî, X, 40)
Onlar, böyle imkânsızlıklar içinde bile îsar yapmış, kardeşlerini kendilerine tercih ederek kazanmışlardı. Biz ise, bu kadar bolluk, bereket içinde dahî kendimizi, kardeşimizin yerine koymaktan âciz kalıyoruz çoğu zaman…
Bu diğergâmlık; sadece yemekhanede değil, servislere binip inerken, asansör beklerken, mescide girip çıkarken, namaz kılmak isteyenlere yer bulmalarında yardım ederken, pek çok şekil ve zamanda kuşanmamız gereken önemli bir fazilet...
Yazımızın geçen ayki bölümlerinde bahsettiğimiz gibi, belki de temel ibadetlerden daha fazla sevap kazanma imkânları bunlar... Bize gösterilmesini istediğimiz muâmeleyi yaparak, kolayca çözülebilecek, sükûnet ve sabırla sevaba dönüştürülebilecek imkânlar...
* * *
Rabbimizin milyonlarca misafirinin aynı anda bulunduğu bir ortamı, “seferberlik zamanı”na benzetebiliriz aslında… Allâh’ın rızâsını kazanmak için kısa bir süreliğine özel bir mekândayız ve O’nun rızâsı, en çok da ayrıntılarda saklı... Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler, nerede ve niçin bulunduğumuzu unutmadan hareket etmemizde, kendimize gelmemizde başucu rehberimiz olur, inşâallâh... Meselâ cemaatle namaz için herkes yerini almaya çalışırken, tavafını ya da sa‘yini bitirip müsait bir mekân arayan kardeşlerimize yardımcı olmak için yarışsak ne güzel olur.
“-Gel kardeşim, cemaat için ayağa kalkınca yer açılır, buraya buyur!” diyebiliriz.
Ashâb-ı kirâmın cemaatle namaz esnasında omuzları o kadar çok birbirine değermiş ki, kıyafetlerinin omuzları eskirmiş.
“Şeytan aranıza sızmasın!” (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 93, 98) buyururmuş Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... Hattâ Rabbimizin Kur’ân-ı Kerîm’de bu ve benzeri durumlara da ışık tutan bir buyruğu var ki, içerdiği büyük müjdelerle bizi heyecanlandırmakta:
“Ey îman edenler! Size, «Meclislerde yer açın!» denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size, «Kalkın!» denildiği zaman da kalkın ki, Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (el-Mücâdele, 11)
“-Kalkın denilince kalkın!” buyruğu bana, vazifelilerin tavaftan çıkanlar ile mescide giriş ve çıkışlar için yol açmak maksadıyla gösterdikleri çabaları hatırlatıyor. Bu hususta bir parantez açarak Türkçe’ye avâmî bir tâbir şeklinde yerleşmiş olan “Yallah!” hitabını, Arap vazifelilerin, farklı bir maksatla kullandığını belirtmekte fayda var.
“-Haydi, yâ Allah deyip kalkalım, zorluk çıkarmayalım!” tarzı bir mânâ için kullanıyorlar ve her dilden insanın anlaması umuduyla tekrar edip duruyorlar. Fakat bunu kovulmak gibi algılayanlar olabiliyor maalesef.
“-Haram!” dedikleri de aslında “Yasak!” demek, fakat bunu bilmeyen kardeşlerimiz:
“-Burada oturmak vs. niye haram olsun ki?” şeklinde düşünebiliyor.
Hatırımızdan çıkarmamamız gereken mesele şudur: Oraların nizamından sorumlu olan vazifelilere itaat etmek, muhtemel kriz, zaman kaybı ve kul haklarını önleyebilir. Hiçbirisi olmasa ve mantığını kavrayamasak da, âyet-i kerîmeye itaat kastıyla bu isteklere icâbet ettiğimizde ecir kazanırız, inşâallâh... Hem de muhtemel faydasız mücadelelerle kendimizin ve her gün milyonlarca insanla muhatap olan vazifelilerin sinirlerini hırpalamamış oluruz böylelikle… (Tabiî, bunları ve yazı boyunca olan tavsiyelerimi, her zamanki gibi, önce kendi nefsime söylüyorum.)
Bu genel hatırlatmalardan sonra, özellikle “yer açma” meselesine tekrar geri dönelim. Âyetin bu denli açık îkaz etmesi ve uyulduğu takdirde nâil olunacak saâdeti bildirmesine rağmen, yer arayan din kardeşine karşı bîgâne kalmanın, müslümana yakışmayan bir tablo olduğunu herkes teslim eder. Sanki kendisi hiç yer aramamış, orada olan kendisi değilmiş gibi donuk ve kayıtsız kalmak, hattâ:
“-Ben şu kadar vakittir burada yer tutuyorum, namaza bu kadar az vakit varken gelmeseymiş!” tarzında söylenmeler, incitici tutum ve mimikler; mîrâca çıkmaya hazırlanan bir müslümana hiç yakışmayacaktır.
Hazır yeri gelmişken, bir arkadaşımın anlattığı hâtırası geliyor aklıma:
Mescid-i Haram’da bir gün yer arayıp bulamamaktan ötürü ayakta, yorgun ve çaresiz kalakalmış bakınırken, bağdaş kurup oturmuş bir teyzemiz, ilerlemesi için iteklemeye, dürtmeye başlamış arkadaşımı… Yer açmadığı yetmiyormuş gibi, sergilediği bu incitici tavır karşısında arkadaşım:
“-Teyzeciğim, neredeyiz, ne yapıyorsun Allah aşkına?” misâli serzenişte bulununca teyze:
“-Aaa, sen Türk müydün? Ben de seni yabancı sanarak itekliyordum!” diyerek kabahatinden büyük bir özür beyan etmiş… “Ümmet-i Muhammed” olarak tek bir âile olduğumuzu yaşayarak öğrenmenin en güzel mekânında, böyle ırkî asabiyet gibi bir câhiliye tutumu sergilemek, çok acı elbette... Rabbimizin “Üstünlüğün ancak takvâ ile olduğu”[1] îkâzı ile Peygamber Efendimiz’in Vedâ Hutbesi’ndeki:
“Ey insanlar!.. Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâda, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’nun emirlerini çiğnemekten en çok korkanınızdır.” (Ahmed bin Hanbel, V, 411) şeklindeki buyruğunu hatırımızdan çıkarmamamız gerekmekte… Aksi takdirde Rabbimize hakikî kul, Habîbine hakikî ümmet olmayı istediğimizi söylememize rağmen, tenâkuza düşmüş oluruz.
“-Ne yaparsam Rabbim benden râzı olur, Peygamberim bana «Ümmetim!» der?” diye düşünerek hareket etmeliyiz.
Dolayısıyla silkelenip, bulunduğumuz özel zaman ve mekânın da farkında olarak, yer açmak için elimizden geleni yapmalı; bunun imkânsız olduğu durumlarda tebessümümüzü eksik etmemeliyiz. Tebessüm etmeden konuşmayan bir Peygamber’in ümmeti olarak, bu sadakayı en fazla bezledebileceğimiz mekânlardan sayısız sevaplarla ayrılabiliriz, Allâh’ın lûtfuyla… (Devam edecek)
[1] “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13)
YORUMLAR