Diğer kavramlara geçmeden önce, hac ya da umre kararı verişimizden, bütün ibadet ve ziyaretlerimizi bitirip geri dönene kadar olan zaman diliminde, her fırsatta ruh dünyamızı, nefsimizi gözden geçirmenin birinci vazifemiz olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Bu, bütün ömrümüz boyunca yapmamız, üzerinde çalışmamız gereken bir vazife elbette… Ama hayat maratonumuzun o en kıymetli kısmına baktığımızda, o günleri en az pişmanlıkla yâd edebilmek için ayrı bir önem arz etmekte… Yapacağımız bütün ibadetlerden kazanacaklarımızı parantez içindeki rakamlar olarak düşünürsek; bu parantezin dışındaki katsayı, ihlâs ve samimiyetimizdir. Teşbihte hata olmasın, bir öğrenci ne kadar samimiyse; öğretmen de kusurlarını o kadar görmezden gelir. Bir kul olan öğretmen, talebesinin samimiyetini fark edebilirken; şah damarımızdan yakın olan Rabbimiz, kendimize itiraf edemediklerimizin bile farkındadır şüphesiz... Bu yüzden, nefsimizi tanıyabildiğimiz ve onunla olan savaşı ciddiye alabildiğimiz ölçüde, takva maratonunda da mesafe katedebiliriz, Allâh’ın izniyle…
Yaptıklarımızın kıymetini kat kat artıracak olan ihlâsı kuşanmak gibi büyük bir hedef ve derdimiz oldukça; hâdiseler karşısındaki tavrımız da değişecektir. Havaalanında, pasaport kuyruklarında, bavul vb. eşya bekleyişlerinde, otel ile mescid arası gidiş-gelişlerde, bütün ibadet ve ziyaretlerimizde gaflete düşmemek için elimizden geleni yapmalıyız.
Gönlümüzü Allah ile birlikte bulundurmaya, içinde bulunduğumuz zaman ve mekânın ömrümüzün tamamına nispetle ne büyük bir fırsat dilimi olduğunu hatırımızdan çıkarmamaya çalışmalıyız meselâ… Ayrıca din kardeşlerimizle, gündelik hayatımıza kıyasla çok fazla içli-dışlı olacağımız bu ibadet boyunca, şu hadîs-i şerîfi sık sık hatırlamakta fayda var:
“Kendi kusurlarıyla uğraşıp, başkalarının kusurlarını kurcalamaktan kendisini alıkoyan kimseye müjdeler olsun!”[1]
Vatanımızdan uzaklaşıp harem topraklarına girerken, bir yandan içinde günah işlediğimiz coğrafyayı terk etmenin psikolojik avantajıyla destekleniriz. Bizi Rabbimizden alıkoyan, nefsimizin bize mazeret olarak sunduğu alışkanlıklarımızdan, mâlâyânîye teşvik eden arkadaşlarımızdan, zihnimizi, gözümüzü, gönlümüzü meşgul eden pek çok şeyden uzaklaşıp âdeta bir ibadet kampına adım atarız. İçine düştüğümüz mânevî atmosfer de ikinci büyük desteğimiz... Zihnimizi oraya bağlamamız, feyiz ve rahmet yağmurundan istifade edebilmemiz için birazcık gayretle âzamî fırsatlar serpilmiştir her bir yana...
Namaz vaktini beklerken, tavaf ve sa’y yaparken pek çok vakitte tefekkürü kuşanabilir, iç âlemimize yolculuk yapabiliriz. Geçmişimizle hesaplaşırsak, geleceğe yönelik hedefler belirleyip kararlar vermekte daha isabetli düşünebiliriz. Bu hesaplaşma esnasında, en çok derdine düşeceğimiz, kuşkusuz “amel defterimiz” olacaktır. Hesabımızın kolay olmasını arzu ederiz hepimiz… Bunun için de, öncelikle kendi kendimizi hesaba çekmeliyiz.
“Oku (şimdi) kitabını! Bugün kendini hesaba çekmek üzere kendi nefsin sana yeter!” (el-İsra, 14) âyet-i kerîmesinin tarif ettiği dehşetin yaşanacağı günde, huzurlu ve sevinçli olabilmek için başımızı ellerimizin arasına alarak düşünmeli, ardından da geçmişte yaptığımız hatalara samimiyetle tevbe etmeliyiz.
Bir araba sürüyor olsak ve yolda radar varsa, hızımızı ona göre ayarlar, limitinin de aşağısında tutarız. Ya da polis arabası varsa yolun kenarında, sarı ışıkta bile geçmeye kalkışmayız. Belki de arabanın içindeki polis uyuklamaktadır o anda, ama biz ceza ödeme endişesiyle tedbirli davranırız. Aslâ uyumayan, hiçbir şeyi ıskalamayan Rabbimizin ikazlarına olan îmânımızı da bu minvalde gözden geçirmeliyiz. Her birimizin ferdî olarak hesap vereceği o güne hazırlanırken, çevreye göre “daha müttakî/dindar” olduğumuzu düşünmek yaygın bir yanlıştır. Kalabalıkların gittiği yanlış yolun, bizim şahsî muhasebemizde “hafifletici bir sebep” olacağını düşünerek sadece kendimizi kandırmaktayız. Hâlbuki Mevla-yı zü’l-Celâl, dünya imtihanının neticelerini değerlendirirken “çan eğrisi” metodu kullanmayacak!.. DNA’mız, vücut ve ruhumuz “biricik” olduğu gibi nâil olduğumuz şahsî imkân, nîmet ve istîdatlar hususunda da imtihanlarımız “biricik”… Allâh’ın her kuluna ihsânı farklı farklı ve herkes sahip olduklarından ayrı ayrı hesaba çekilecek!..
İşte rahmet yağmurunun sağanak sağanak yağdığı o iklimden arınmış olarak çıkabilmek için, her fırsatta iç âlemimize yönelip, tek başımıza devam edeceğimiz uhrevî yolculuk için yaptığımız hazırlıkları gözden geçirmeliyiz. Ne veya ne kadar yaptığımızdan ziyade, niçin ve nasıl yaptığımızın mühim olduğu; amellerimizin niyet ve samimiyete göre tartılacağı, âzâlarımızın gizli hâllerimize de şâhitlik edeceği o günü hayal etmek için muhteşem bir mânevî ve görsel desteğe sahibiz oralarda… Mahşerin âdeta provasının yapıldığı o kalabalığın içinde, küçücük bir zerre misaliyiz.
Memleketimizde onca iş-güç ve alışkanlığımızın içinde nefsimizle baş başa kalma fırsatını yakalamak kolay değildir. Ama Harameyn’de sağımızda-solumuzda kefen misali ihrama bürünmüş, Rabbine yönelmiş, gözyaşı döken, duâ eden binlerce insanın içinde, bulunduğumuz her bir mekânda ayrı bir hâtıra gözümüzün önünde canlanırken, sanki bu dünyadan bir köşede değilmişiz gibi yüreğimiz bir anafora kapılır gider.
Tavaf
Yeryüzündeki bütün müslümanların namaz kılarken yöneldiği Kâbe’ye kavuşup çevresindeki muhteşem tavaf deryasına bir damla olarak karışıverdiğimizde ise; dünyanın bütün mekânlarının bir tarafta, tavaf alanının diğer bir tarafta olduğunu iliklerimize kadar hissederiz.
Biraz dinlendikçe, her fırsatta kendimizi tavafın akışına bırakıveresimiz gelir. Kâbe’nin etrafında döndükçe, sanki ötelere doğru yükselen bir rampada ilerlediğimizi, en sonunda O’nun -celle celâlühû- huzûrunda iki rekat tavaf namazı kıldığımızı hayal edebiliriz. Sevap heybemizi doldura doldura, Rabbimizin emrini yerine getirerek yaptığımız bir yürüyüştür tavaf… Bütün hayatımız boyunca olduğu gibi, gayret göstermemizi; durağan değil, hareket hâlinde olmamızı istiyor Cenâb-ı Hak...
Uzmanlar, yürürken beynin iki lobunun birlikte çalıştığını, düşünmek ve karar vermek, stresten kurtulmak, rahatlamak için yapacağımız en güzel şeylerden birinin “yürümek” olduğunu söylüyorlar.
Ucunda sevap olan her amelde olduğu gibi, tavafta da pek çok sır ve hikmet gizli, tabiî ki... Yeryüzünün başka hiçbir yerinde yapamayacağımız bir ibadeti, ne kadar dolu dolu icrâ edersek o kadar kârda olacağız Allâh’ın izniyle... Rabbimizin:
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2) buyruğunu aklımızdan çıkarmadan, ibadetlerimizin ihlâs kat sayısını yükseltmeye gayret etmeliyiz. Meselâ şunları düşünebiliriz tavaftan önce: Bir valinin pek çok isteğini yapmayan, fakat buna rağmen büyük taleplerde bulunmak için huzuruna çıkacak olan bir memur olsak… Nasıl bir ruh hâline bürünürüz? Ezilir büzülürüz, değil mi? Beytullâh’a vardığımızda bu mahcûbiyetle orada değilsek; kasıla kasıla, kayıtsız, hiç günahı yokmuşçasına yürüyorsak, hattâ bir yandan cep telefonumuzla kullarla irtibat hâlindeysek, o tavaf nasıl bir ibadet olur acaba? Tavaf, -hâşâ- Kâbe’nin etrafında tur atmak değildir. Evet, konuşmak namazı bozduğu gibi tavafı bozmaz belki, ama sevabını ve rûhâniyetini azaltır da azaltır… Namazda yöneldiğimiz yerde, O’nun misafiri olduğumuzu, kâinâtın kalbinde bulunduğumuzu hatırımızdan hiç çıkarmamalıyız.
Pek çok eksiği olan memur, valinin kapısında beklerken, ceketini omzuna atarak oturamaz; odasından çıkıp da belki görür diye… Rabbimiz bizi her hâlükârda görürken, edebe aykırı hareketleri ne cür’etle yapabiliriz? Cep telefonuyla “selfie” çekmek, video kaydı almak nedir tavafta? Çevremizdekileri rahatsız edecek şekilde yüksek sesle duâ etmek, hangi diğergâmlığa ve kardeşlik ölçüsüne sığar? Oraların hasretiyle yanıp tutuşan o kadar ümmet-i Muhammed’in içinden kutsal topraklara gelmenin bize nasip olması, hesabı muhakkak sorulacak büyük bir nîmettir oysa…
Nerede olduğumuzun farkında olursak, yaptığımızın eksikliğine bakılmaksızın bağışlanmayı umut edebiliriz.
İçinde bulunduğumuz rahmet deryasını hissedemiyorsak, geriye dönüp kendimize bakmalı, kalbimizi yumuşatmaya gayret etmeliyiz. Eğer yaptıklarımızı güzel ve yeterli görüyorsak, bu şeytanın amelidir.
“Allâh’ı unutan, bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar gerçekten yoldan çıkmışlardır.” (el-Haşr, 19) âyet-i kerîmesinde portresi çizilen fâsıklardan olmaktan, Rabbim cümlemizi muhafaza buyursun. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bile münâfık olmaktan endişe ederken, cennetle müjdelenmiş edâsıyla tavaf yapmak, sû-i edeptir, Allah korusun.
Önümüzde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, Kâbe’nin üzerinde ezan okuyan Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-’ı, Hazret-i Âdem, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail -aleyhimüsselâm-’ı; Beytullah’ın göğe doğru uzantısı olan Beyt-i Mâmur’un etrafında tavaf eden melekleri düşünürsek, şeytan ve nefsin tavafımızdan en az sevapla çıkmamız için yapacağı çalışmaları boşa çıkarmamız kolaylaşacaktır.
Umre ve hacca niyet ederken söylediğimiz, “Onu bana kolay kıl ve kabul buyur!” duâsını, tavafa başlarken de yapışımızda, onun muhteşem sevabını gölgelemek ve azaltmak için seferber olan şeytan ve yardımcılarına da dikkat çekilmekte âdeta... İlâhî kameraların en ince tafsîlâta kadar kayıtta olduğunu ve geri dönüşü olmayan o günde hayat filmimizi izleyeceğimizi, gark olduğumuz sayısız nîmetlere rağmen kusurlu kulluğumuzu düşünmemiz de tevbe ve duâlarımızın samimiyetini artıracaktır, inşâallah.
Rabbimiz, lûtfettiği bütün nîmetlerin olduğu gibi, vahyin indiği topraklarda hac ve umre yapmak üzere bulunabilmenin de şükrünü edâ etmeyi cümlemize nasîb eylesin. Âmîn. (Devam edecek…)
[1] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 4/281.
YORUMLAR