“Zulmetmek ya da zulüm görmek arasında tercihte bulunmamız gerekirse mazlum olmayı seçmemizi” (Bkz. Tirmizî, Fiten, 29/2194) öğütlüyor ya, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-...
Öyleyse, mescitte cemaatle namaz kılmak, Kâbe’yi gören bir yerde oturmak vs. için hiçbir din kardeşimizi incitmemeye hususî îtinâ göstermeliyiz. İncitmemek demişken, çevremizi rahatsız edici her durumdan şu hadîs-i şerîfi hatırımızda tutarak şiddetle kaçınmalıyız:
Hazret-i Büreyde -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Bir adam mescidde yitiğini îlan etti ve:
«-Kim kızıl deveyi gördü?» dedi. Bunu işiten Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
«-Bulamaz ol! Mescidler neye yarayacaksa, onun için inşâ edilmiştir, (gâyesinden başka maksatla kullanılamaz)!» buyurdular.” (Müslim, Mesâcid, 80)
Bu hadîs-i şerîf ışığında, mescidlerde yüksek sesle konuşmanın mekruh olduğunu söylemiş âlimler… Mescid-i Haram’ın alanının muhteşem genişliği ve uzun vakitler geçirmemiz hasebiyle bu hassasiyet ve sorumluluğumuzu zaman zaman unutma gafletine düşmekten Rabbim muhafaza eylesin. Unutarak çevremizi rahatsız edici bir tavır sergilediğimizde farkına varıp mümkünse helâllik istemek ve Rabbimizden affını taleb etmek gerek... Yoksa lâkayt, “Uydum kalabalığa!” mantığıyla, “Bir benim dikkat etmemden ne olacak?” gibi sakat düşüncelerle hareket etmek, yanlışların çoğaltılmasına katkıda bulunmak; kul hakkı üstlenmek ve amel defterimizi lekelemek gibi neticeler doğuracaktır maalesef...
Bununla alâkalı olarak meselâ cep telefonunun sesini ve titreşimini kapatmamak, hattâ rahat rahat konuşmak, ibadet edenleri rahatsız edecek şekilde çevremizdekilerle muhabbet etmek, fotoğraf ve video çekmek, en çok yapılan hatalardan…
Ümmet-i Muhammed olarak her ülkeden kardeşimizle kaynaşmamız elbette güzel olur, ama bunu fısıltı ile ve kifâyet miktarı yapmaya dikkat etmek gerek... Bu arada “ibadet edenleri rahatsız etmemek” derken, bunun için illâ ki kişinin namaz, Kur’ân okuma ya da tavafla meşgul hâlde bulunması gerekmiyor. Kardeşimiz tefekkür ediyor, Kâbe’yi seyrediyor vs. olabilir; hattâ ibadete güç- kuvvet bulmak için istirahat ediyor da olabilir.
Ayrıca rahatsız ettiğimiz kardeşimizin, ömründe belki de bir kez ve çok kısıtlı bir zaman için orada bulunabileceğini hatırımızdan çıkarmamamız gerek... Belki Kâbe ile vedalaşmakta, belki de birçok nafile ibadetten daha faziletli bir tefekkür ikliminde yol almakta… Bu yüzden herhangi bir mesciddeki müslümanı rahatsız etmekten çok daha fazla ehemmiyet taşıyıp, yol açacağı kayıp ve mahrumiyetin kıyaslanamaz oluşunu unutmamalıyız.
Hepimiz canlı şâhidiyiz ki, şu dünyada nefis ve şeytan engelini aşıp huşûyu yakalamak, gözyaşı döküp sekînete kavuşmak; “kibrit-i ahmer” mesabesinde… Hâl böyle olunca, ses ve hareketimizle dünyasına giriverdiğimiz kardeşimizin belki de böyle zorla yakaladığı bir ânını baltalama riskinden kaçınarak kılı kırk yarmalıyız. Rabbimizin misafirlerine karşı göstereceğimiz her hassasiyet ve incelik, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vesîle olacaktır inşâallah...
Hepimiz fert fert Mevlâmıza hesap vereceğimize göre, doğru tutum ve güzel davranışların yayılmasında öncülük yapmak, gerekirse akıntıya karşı yılmadan kürek çekip kendimize çekidüzen verme mücadelesinden vazgeçmemek, bizim menfaatimize olacaktır.
Mescidde rahatsız edilme mevzusuna değinmişken, hâlen unutamadığım bir hatıramı sizlerle paylaşayım: Mescid-i Nebevî’de, Kadir gecesi olabileceğini umduğumuz bir gecede, cemaatle teheccüd namazına katılmak ilk kez nasip olmuştu. Şükründen âciz olduğum bu güzellik karşısında çok heyecanlı ve mutluydum. Fakat, imtihana bakınız ki, iki Türk kardeşim, cemaatle namaz kılanların saflarına dâhil olmuş; hemen yanıbaşımda, ancak ferdî olarak muhtemelen kazâ ya da nâfile namaz kılıyorlardı.
Kadir gecesini değerlendirme maksadıyla birlikte, cemaatin tam ortasında sürekli secdeye gidip gelen ve namaz arasında da rahatlıkla konuşan bu kardeşlerimizin, safların bitiminde, arka tarafta namaz kılmaları gerekirdi. Türk oluşlarını da, aralarındaki konuşmaları anlamamdan dolayı daha fazla rahatsızlık verici bir durum olduğu için belirtiyorum.
Gönül isterdi ki, yanımda olup biteni fark etmeyecek bir kıvamda namaz kılmayı başarabileyim; lâkin nerde… İmamın ne okuduğunu anlamakta zorlanacak kadar tesir altında kalmıştım ve selâm vermeyi zor bekledim. Onlara sessiz olmalarını, ya cemaate katılmalarını ya da arka saflara geçmelerini söylemeye çalışırken sinirlerim boşalmış, bir müddet kendime gelmekte zorlanmıştım.
Belki de fazla hassasiyet gösterip imtihanı kazanamamış olabilirim. Hep arzu edip nihayet kavuştuğum bir güzelliğin içine düşüncesizce girivermelerinin yaşattığı hayal kırıklığını tarif edemem. Öyle ya; böyle bir fırsat belki de ömrümce elime geçmeyecekti. Çevremdekiler de bana hak vermiş ve namazın sonlarına doğru da olsa, durum biraz düzelmeye başlamıştı. Ama olan benim namazıma olmuş, muhtemelen şeytan da elini oğuştura oğuştura bayram etmişti…
Daha önce, doğru tutum ve davranışların yayılmasına katkıda bulunmanın öneminden bahsetmiştim. Bu meyanda, hanım kardeşlerimizin tesettürü meselesinde de bazı hatırlatmalarda bulunmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bunlara, “hanımların ihram için beyaz giyme zorunluluğunun olmadığını” hatırlatmakla başlayabiliriz. Beyazın içini göstermemesi zordur ve umûmiyetle koyu renklerin tercih edildiği o ortamda oldukça dikkat çekicidir. Bu yüzden pastel renkler, vücut hatlarını belli etmeyecek şekildeki tesettüre uygun dış kıyafetler tercih edilmelidir.
Gündelik hayatta da böyle olmalıdır zaten… Lâkin herkesin ibadet niyetiyle bulunduğu bir ortamda bakışları üzerine toplayıcı kıyafet ve hareketlerden daha bir titizlikle sakınmak gerekir. Zira sevapların katlandığı ortamlar, kul hakkı sorumluluğunun da katlandığı ortamlar olacaktır şüphesiz... Hem erkekler, hem de hanımların gözlerini harama bakmaktan sakınması yükümlülüğü âyetle sabittir.[1] Fakat “heyte lek” (Baksana, gelsene bana!) diyen giyim tarzı ve tavırlar, bu fazileti göstermeyi zorlaştıracak ve nâmahreme bakmaya sebep teşkil edebilecektir. Bu da bir kul hakkıdır ve günah sahibinin günahından eksilmeden, ona sebep olana da hisse düşecektir.
Bu konu ile ilgili ayrıntılar pek çok eserde olduğu gibi Altınoluk ve Şebnem dergisinde de zaman zaman yer almıştı.[2] Ben bu yazı vesîlesiyle, ibadete konsantre olmaya çalışan bir mü’mini günâha sokmanın getireceği ilâve veballer meselesinin altını çizmek istiyorum.
Bundan bin dört yüz küsur yıl evvel, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rehberliğiyle ümmete misal olan annelerimizden Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın tavafını en dış halkalardan yapması[3], bize yol yordam göstermektedir. Bugünkü hacı ve umreci sayısıyla kıyaslanmayacak derecede az olan mevcut sayıya rağmen gösterdiği bu tavır sayesinde, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kıyamete dek sürecek rehberliğinin bir parçasını, annemizin uygulaması vesîlesiyle öğrenmekteyiz. İzdiham ya da kalabalığı bahane edip gevşemek değil;
“-Yapabileceğimizin en iyisi nedir?” sorusuna kafa yormak gerek. (Devam edecek)
[1] Bkz: en-Nûr, 30-31.
[2] “Tesettür mü Teşhir mi?”, Altınoluk, Haziran 2010, (292), shf. 46; Şebnem Dergisi, Nisan 2016, (134) ve Temmuz 2016, (137).
[3] “…Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- erkeklerden ayrı olarak tavaf ederdi, onlara karışmazdı.” (Buhârî, Hacc, 64)
YORUMLAR