Bir Mübarek Sefer Hakkında Hasbihal -10

Hac ve umre, iç âlemimize yolculuk ve tefekkürde derinleşme imkânı olduğu kadar, din kardeşlerimizle el ele, gönül gönüle ibadet ortamlarını paylaşma fırsatını da sunmakta bize… Böylece çevremizde olup bitenlere bîgâne kalmadan, aydınlık günlerin başlaması için bir mum yakma yolunda azimle ilerlemeliyiz. Kafile arkadaşlarımızla, cemaatte birlikte saf tuttuğumuz kardeşlerimizle İslâm’ın güzelliklerini paylaşmalı; hâlimizle, kâlimizle öncü konumlar üstlenmeliyiz. Bu yaptıklarımız, öncelikle Rabbimize kulluk borcumuz gereği olacak; bir yandan da bize bakarak kendine çeki düzen verenler sayısınca iyiliği çoğaltmaya dönüşen kârlı adımlar hâline gelecek, inşâallah.

Ömür sermayemizin bereketlenmesine ne kadar ihtiyacımızın olduğunu düşünürsek, ufkumuzu genişletebilir, gayretimizi artırabiliriz. Bir kişinin irşâdı, bazen binlerce kişinin irşâdı mânâsı taşıyabileceğinden, yapacağımız hiçbir tebliği küçük görmemeliyiz.

Gerçek mânâda bir değişim, tabiî ki yılları alacaktır. Sancısız, problemsiz ve kısa sürede bir düzelme beklenmemelidir. Ama bu uğurda her tür gayret, bir ibadet ecrine sebep olduğuna göre; ne kadar gayret edilse o kadar kârlı çıkılacaktır.

Hac ve umreye giden kimselere “bir kazanç kapısı” olarak bakılması engellenmeli, eğitimden başarıyla geçmeyen hiçbir kimsenin pasaportu işleme tâbî tutulmamalıdır.[1] Alınan eleştiri ve itirazlara sabır, hoşgörü ve güleryüzle cevap verilmeli, fakat aslâ tâviz kapısı aralanmamalıdır. Bunu uluslararası bir kongreye katılım şartı gibi düşünebiliriz. Bütün dünyanın gözü önünde İslâm’ın temsil edildiği o nâdide ortama yakışır bir değişimi; daha doğrusu öze dönüşü gerçekleştirmek için; fert fert hepimiz, taşın altına elimizi koymalıyız.

“Haccı Anlamak”[2]  ve “Hacc-ı Mebrûr ve Umre”[3] isimli kitaplar gibi, işin mânâ boyutunu ön plâna çıkaran eserler, hac ya da umreye gidecek kimselere hediye edilmekle kalmamalı, beyin fırtınaları yaparak meselenin hazmedilmesine çalışılmalıdır.

Şükürler olsun ki; hac ve umre esnasındaki irşad faaliyetleri her geçen gün daha iyiye gitmektedir. Fakat o yoğun tempo esnasında, eğitim maksatlı sohbet ya da seminerlere katılımda çoğunluk sağlanması oldukça zor olmaktadır. İklim değişikliği vb. sebeplerle olan rahatsızlıklar, dinlenmeyi ya da ibadeti tercih etme gibi durumlar, verilen fireleri çoğaltmaktadır.

Elden gelen bütün tedbirleri en üst düzeyde aldıktan sonra, değişim ve dönüşüm için gerekli olan fiilî duânın hakkını vermenin iç huzuruyla, Rabbimize tevekkül edebiliriz.

Bizlere düşen tedbirlerin birincisi ise; “uydum kalabalığa” mantığıyla tekrarlanagelen bu yanlışı destekleyip çoğaltan taraf olmamak…

Hac ve umre organizasyonu yetkilileri ise, hac ve umre rehberlerini güncellemelidir. Meselâ “İzdihamlı durumlarda, Hacer-i Esved’i uzaktan selâmlama ile yetinmelidir.” cümlesi daha geniş bir şekilde izah edilmelidir. Bu izdihamın sadece, sırayla öpüldüğü, nâdir ve kısa vakitte ortadan kalktığı, onun dışında, normal şartlarda aslâ böyle bir ihtimalin bulunmadığı îzah edilmelidir. Sadece, umrenin yasak olduğu zaman diliminde, orada ikamet etme ya da bir ayrıcalık sebebiyle orada bulunabilme durumunda belki sakin bir ortam yakalanabilir; bilemiyorum.

Bu izdiham meselesinin çözümsüz bir durum olduğunu söylemekle yetinmeye gelince; bu kaçak güreşmek ve kolaycılık olacaktır. Elele verilebilirse, her meselenin üstesinden gelinebilir.

“Ey îman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (es-Saff, 2-3) âyetinin dehşetli ikazını kulaklarımıza küpe yaparak; kendi kişiliklerimizi inşâ edip, nefsimizi terbiye için kollarımızı sıvamalıyız. Bir yandan da İslâm Dünyası’ndaki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sünnet-i Seniyyesi’nden uzaklaşma ve savrulmalar için çareler aramalıyız.

Mevlâ-yı zülcelâl, cümlemizi takvâ sahiplerine önder olan kullarının arasına alsın ve bizi, sırât-ı müstakîm yolunun hizmetkârları eylesin. Âmîn!.

 

SA’Y

Hac ve umreye mahsus her bir ibadetin ardında derin sır ve hikmetler gizli, şüphesiz... Dolayısıyla sa’y de onların içinde husûsî bir önem arz etmekte…

“Safâ ile Merve, Allâh’ın nişanlarındandır…” diye başlayan Bakara Sûresi’nin 158. âyet-i kerîmesinde dikkat çekilen bu ibadet, binlerce yıl önce yaşanan sıradışı bir hâdisenin zihinlerde taptaze canlı tutulmasını sağlamakta… Hani bazen faaliyetler yapılır ya; “Hepimiz filancayız!” diye… O kişinin yaptığının arkasında olduklarını îlan ederler böylelikle… Sa’y de bir nevî, “Hepimiz Hacer’iz!” şeklinde bir haykırış, bir yürüyüş gibi…

Haccın ve umrenin vâcibi olarak mühim bir yer teşkil eden bu ibadet, diğer bütün ibadetlerden çok farklı... Tevekkül ve teslîmiyet âbidesi bir hanımefendi olan Hacer Vâlidemizin nûr parçası oğulcuğu için tek başına su arayışını, bizim de fert fert yaşamamızı, bunun üzerinde tefekkür etmemizi istemekte Cenâb-ı Hak...

Öyleyse öncelikle, o mahşerî kalabalığın içinde, sa’ye başlamadan evvel bir kenara çekilme imkânı bulursak, gözlerimizi bir müddet kapatıp hayal etmeliyiz o sahneyi…

Tek başımıza bulunmaktayız. Etrafta hiç kimse, hiçbir şey yok… Kâbe bile… Göz alabildiğince ıssız bir çöl… Sorduğumuzda, Allah’tan emir aldığını söyleyerek bizi bırakıp gitti işte, hayat arkadaşımız, çocuğumuzun babası… Bekledik, bekledik… Yanımızdaki su tükendi; kucağımızda, alnında Nûr-i Muhammedî’yi taşıyan güzeller güzeli ciğerpâremiz, su bulamazsak belki de ölecek… Etrafta ne hayat, ne de su emâresi var… Çocuğumuz hâlsiz, ağlıyor… Bir şeyler yapmalıyız, ama ne?

Çevreyi daha iyi görebileceğimiz şu iki tepeye çıkıp iyice bakınmalı, çare aramalıyız. Belki ufukta bir karaltı ya da oralarda bir hareket kıpırtısı görürüz… Bebeğimiz, şimdi tavaf alanı olan çölün üstünde tek başına, o kucağımızda olursa, zaten olmayan takatimiz hiç yetmeyeceği için onsuz koşmalıyız. Haydi “Bismillah!”, gözlerimizi açıp başlayalım hızlıca yürümeye, bütün gücümüzle... Safâ Tepesi’ndeyiz işte…

Safâ Tepesi deyince, bir başka pencere açılıyor, Hacer Vâlidemizin çağına kıyasla yakın tarihten… Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâvetine başladığı tepe burası... Çevresinde toplananlara umutla hitap edişi, amcası Ebû Leheb’in herkesi dağıtacak sözler söyleyerek bu girişimi baltalayışı…

Yine Safâ Tepesi’ne çok yakın olan Erkâm -radıyallâhu anh-’ın evinin hayali geliyor gözlerimizin önüne… Şimdi görünmüyor maalesef; ama bu hayal etmemizi engellemiyor… On yedi-on sekiz yaşlarında İslâmiyet’i kabul eden Erkâm’ın ilk müslümanlar arasında yedinci veya on ikinci sırayı aldığını, Peygamber Efendimiz’e sadâkatle bağlanarak evini O’nun emrine tahsis ettiğini, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm tarihinde “Dâru’l-Erkâm” diye anılacak olan bu evi, tebliğ faaliyeti için çok elverişli bularak merkez hâline getirdiğini biliyoruz.[4] Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Efendimizin, İslâm’ı kabul ettiği ev, aynı zamanda… Ne mutlu onlara ve ardınca gidenlere…

Gönlümüze o evde kurulan meclislerden feyzler devşirebilmek duâsıyla, “Hacer” rolümüze geri dönüp başlamalıyız sa’ye… Yani çaba göstermeye ve hızlıca yürümeye... Tavaftaki gibi yine hareket bekliyor Rabbimiz bizden…

Safâ ile Merve’nin arasında öyle bir yer var ki, oradan çocuğumuzu göremiyoruz, hızlanmalıyız bütün gayretimizi toplayarak… Nihayet yedi kez, tam bir çaresizlik içerisinde bir oraya bir buraya duâlarla, susuzluktan kavrulan bir yürekle; daha da zor olanı, açlık ve susuzluktan bîtap düşmüş bir yavrucağın annesi olarak çırpınmalıyız. Sonunda bir de ne görelim? İnâyet-i ilâhiyye yetişmiş, evlâdımız hemen önünden fışkıran su ile oynamakta…

Hayat arkadaşımız, Rabbinden emir alarak bizi tek başına bırakıp giderken:

“-Madem O emretti; o hâlde bizi zâyî etmez!” deyişimizle kuşandığımız tevekkülün semeresi, bereketi işte…

Öyle bir bereket ki, çölün ortasından hiç tükenmeden, azalmadan, binlerce yıldır milyonlarca insana yetip artacak şekilde çıkan ve yeryüzünün hiçbir suyunda olmayan bir şifâ vesîlesi… Oradaki misafirlere yettiği bir tarafa, dünyanın dört bir yanına taşınmakta sürekli... Aklın hudutları ile îzâhı mümkün olmayan, buna rağmen bazen de -maalesef- alışıverdiğimiz, sıradan bir su muâmelesi yaptığımız, taptaze mûcize…

Sa’y esnasında, sağlığımızı sıkıntıya sokmayacaksa, zemzem içmemeyi başarabilirsek; daha gerçekçi bir empatiyi tamamlayabiliriz belki de... Bunun daha faziletli vs. olduğunu söylemek haddim değil elbette... Sadece mümkün olursa, bunun daha çok heyecan verici ve duygu yüklü bir sa’y olabileceğini düşünüyorum. Sa’y esnasında lüzumsuz konuşmalardan kaçınıp, çevremizdekileri yok farz ederek kendimizi yapayalnız hayal edebilmek de ne denli başarılsa, o kadar kârlı olabilir. Bunun için yol arkadaşlarımızla önceden anlaşıp, tavafta olduğu gibi sa’yde de herkesin iç âlemine bir yolculuk yapabilmesi için -zarurî hâller hâriç- konuşmamaya, duâ ve tefekkürle meşgul olmaya çalışmalıyız.

İsmail -aleyhisselâm-, tarih yazılan o günde açlık ve susuzluktan kıvranıyordu. Onun hayat bulması, yitip gitmemesi uğruna takatsiz bir hâlde çabalamıştı anneciği… Bir destan yazmış, Rabbimiz tarafından çağlar boyu unutulmaması sağlanan bir azim ve mücadele örneği sergilemişti. Günümüz neslinin en büyük problemini ise, kurak çöller misali hayata kavuşmaya, hidayet şebnemleriyle dirilmeye duyduğu ihtiyaç oluşturmakta… Yaratılış gayesine uygun bir rotayla buluşulmadığında; ebedî hayatta:

“-Ey günahkârlar, siz bugün şöyle ayrılın!”[5] hitabına uğrama ihtimali, korkunç bir tehlike... Düşünsenize bu hitâbın -Allah muhafaza- evlâdımıza yapıldığını? Ya da:

“-Benim cehenneme girmeme, anne-babamın ihmali/yanlış örnek olması sebep oldu; dâvâcıyım onlardan!..” dediğini?

Zihni, gönlü tertemiz, sıfır kilometre olarak bize emanet edilen bu nadide cevherleri ihmal ederek, yanlış yönlendirerek üzerimizdeki vazifelerin hakkını verememek, hesabı ağır bir vebal, ne yazık ki…

Zararın neresinden dönersek kâr olduğu için; geçmiş eksiklerimize tevbe edip, umudu kuşanarak, yılmadan mücadele etmeliyiz.

İstese, o susuz, perişan hâliyle Safâ ile Merve arasında yedi kere gidip gelmesine gerek kalmadan, hemencecik lutfedebilirdi Zemzem’i, Cenâb-ı Hak… Ama Hacer Vâlidemizin şahsında, başta ebeveynler olmak üzere bütün müslümanlara, bu dünyanın bir sebepler âlemi olduğunu bildirmekte Rabbimiz… Tıpkı “insanın, ancak gayretinin neticesini elde edeceğini”[6] bildirmesi gibi… Bu ve benzeri vazifelerle dünya ve âhiret saâdetimiz için gerekli gayreti ihmal etme lüksümüzün olmadığını öğretti Rabbimiz bize…

Bu mesajı iyi okumalı; kendi İsmaillerimizi kurtaracak, nesillerimize hayat verecek Zemzem’i aramalı, rol-model olan biz ebeveynlerin ve evlâtlarımızın gönül âleminin îmanla dipdiri kalabilmesi için Kur’ân’ın hayat pınarından nasiplenme uğrunda varımızı-yoğumuzu seferber etmeliyiz. (Devam edecek)

 

[1] Hac farîzası engellenemeyeceği için, eğitimin zaman plânlanması önem arz etmektedir.

[2] Bkz: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

[3] Bkz. Osman Nûri Topbaş, Erkam Yayınları.

[4] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 11, sh: 305.

[5] Yâsîn, 59.

[6] en-Necm, 39.

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle