“Kardelen... Direnişin öyküsü. Özgürlüğe kucak açan kar çiçeği, kardelen.
Kışın ak alazlarına, ak ateşlerine bürünen; yakasında küçücük bir hayatı taşıyan, yorgun ayak izlerine boyun eğmeyen kar çiçeğim...” (Rabia Özer)
Ailesinden yaklaşık üç yıldır ayrı olmak ona çok zor geliyordu. Ama bir hasret, bir ateş vardı ki içinde, onu hiçbir şey dindiremiyordu. Henüz ortaokul son sınıf olmasına rağmen yüreğinde taşıdığı Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin aşkı, onu her gün daha fazla eritiyor, ama firkat ateşi bir türlü dinmek bilmiyordu.
Babasının Arabistan’da çalışıyor olması, onun, Allah Rasûlü’ne kavuşma ümîdini her geçen gün kuvvetlendiriyordu. Allah, Esmâ’nın gönülden duasını kabul etti. Hayalleri hakikat oldu.
Babası, yaz tatili için Arabistan’a gelmesini istemiş, hatta bunun için biletini bile göndermişti. Artık kanatlanmış uçuyordu. Artık o, Rasûlullah’a kavuşacak, O’nun kabr-i şerifine gidecek, bir nebze de olsa hasretini dindirecekti. Medine’nin asr-ı saadetteki o hatıralarını tadacak, o saadeti yaşayacak, yüreği o feyizli hâlin ahengine bürünecekti.
Nihayet nurlu Medine’ye vâsıl oldu. Heyecanla koştuğu ilk mekan, Kubbe-i Hadrâ’ydı, Allah Rasûlü’nün huzuruydu. Kendini Ravza’nın direklerinin dibine attı. Ziyaret boyunca hıçkırıkları dinmedi Esmâ’nın. Hasreti bir yangın haline geldi. Vecd ve istiğrak içinde:
“–Ey Nebi! Bana ümmetim, der de beni sevindirir misin? Buna layık değilim, biliyorum. Senin huzûruna, ellerim boş, boynum bükük, bîçare ve günahkar geldim. Başka gidecek kapım yok ki! Bu cür’etimi, Sana olan muhabbetim ve hicranıma bağışla!” diyordu.
Bir taraftan da gönlünün tercümanı olan gözünden yaşlar sızıyor, o mübarek topraklara damlıyordu.
***
Üç ay Arabistan’da kaldı. Babası dönüş biletini aldığı halde, Esmâ’ya dönmek zor geliyordu. Bir türlü dönmek istemiyordu. Buraların hasretiyle yanmış, Rasûlullah’ın nefesiyle dolu Medine’nin feyizli havasına doyamamıştı. Oradan ayrılmak, onun için ne büyük hicrandı. Babası ise:
“–Liseyi bitir, diplomanı al, ne yaparsan yap!” dedi. Hatta geri dönmesini sağlamak için Esmâ’ya bir müddet küstü. Esmâ ise:
“–Baba, sen benim dünyamı düşünüyorsun. O diploma dediğin sadece bu dünyada geçerli! İstikbâli lutfeden ise Allah’tır. Yerin ve göğün hazineleri ona aittir. Mühim olan benim âhiretim. Sonra, ya benim hasretim ne olacak?!.” diye itiraz etti ve geri dönmedi.
Orada 3 yıl, gönlünce imanının vecd ve istiğrakı içinde yaşıyor, zaman zaman da ailesini irşad ediyordu. Hep birlikte huzurlu bir hayatın neşvesindelerdi. O sıralarda Allah’ı zikretmenin, ve Rasûlüne salât etmenin de tadına varmaya başlamıştı.
18 yaşındaydı. Gözü yaşlı, gönlü kırık, hasretle, ailece mecbûrî dönüşlerini yaptılar. Güzel bir genç kızdı. Bu güzelliğini tesettürüyle setrediyordu. Bir çok akraba ve tanıdığı, tesettürüne dil uzatsalar da, o sabır ve yumuşak bir lisanla bıkmadan, usanmadan tebliğe devam etti. Bazı arkadaşları da onun feyiz ve şahsiyetli karakterinden nasib alarak örtündü.
Köyünde de yârenleriyle hasbihâl edeceği bir grup oluşturmuştu. Devamlı kitaplar okuyarak kendini, bilgilerini tazeliyor; sohbetlerle gönlünü feyizlendirip gerçek istikbale hazırlıyordu. Allah’ın kendisine ihsan ettiklerini infak etmek, onda bir neş’e ve zevk haline gelmişti.
***
Günlerden bir gün, Almanya’dan bir tâlibi çıktı. Görüşmek üzere çok ısrar ettiler. Esmâ’nın ise yegâne şartı vardı:
“İslâm’ı yaşama gayreti içinde olmak!..”
Resimden tanıdığı, komşusunun Almanya’daki oğluyla nişan yapıldı. Aradan iki yıl geçmiş, komşusunun oğlu gelir gelmez Esmâ’nın evine uğramıştı. Bu ilk görüşmeleriydi. Genç, tokalaşmak üzere elini uzatınca, Esmâ’nın bütün ümitleri yıkıldı. Nasıl olurdu da, nikahsızken elini uzatabilirdi. Hani dindârdı, hani İslâm’ı biliyor ve yaşıyordu? Aklı bir türlü almıyordu. Ama yine de biraz zaman tanımak istedi. Tanıdıkça, namaz kılmadığını da gördü ve iyice kahroldu.
Düğüne üç gün kalmış, davetiyeler basılmış ve dağıtılmıştı. Her şey hazırdı. Alış verişe çıktılar. Damat bey, altın yüzük ve bileklik isteyince, Esmâ artık dayanamadı.
“–İslam, bu istediklerinizi erkeklere haram kılmıştır; benim gönlüm bunları takmanıza râzı değildir!..” dediyse de, Damat bey aldı ve taktı.
Esmâ eve dönünce, odasına girdi. Karar vermeliydi. İçindeki ses:
“–Ya dünyanı seç, ya da âhiretini!..” diyordu. Evlenirse, belki bütün hayatı ten rahatı içinde geçecekti, lakin mukâbilinde âhireti zedelenip, zaafa uğrayacaktı. Kararını çabuk verdi. Düğününe üç gün kala âhireti için nişanı attı. Bir çok genç kızın hasretle kavuşmak arzu ettiği o hayattan, o vazgeçti. Herkesin iknâ teşebbüsleri, damat beyin özürleri, hac ve umre vaatleri de, onun fikrini değiştiremedi.
Bütün köy dedikoduya başladı. Esmâ, Allah için bunlara katlanmalıydı.
“Allah’ım üzerime sabır yağdır, âhiretimi sattırma!” diye duâ ediyordu ve daha fazla dayanamadı. Ailesinden izin alarak, çalışmak bahanesiyle Denizli’ye gitti. Geceleri yatılı bir Kur’ân Kursunda kalmaya, gündüzleri de çalışmaya başladı.
Maaşını alır almaz, meyveler alır, kendi elleriyle soyar, hazırlar ve kurstaki hâfız talebelere ikrâm ederdi. Bazen kursta kalan talebelerle ilgilenir, onlara hâfızlığın kıymetini ve ne kadar gerekli olduğunu anlatırdı. Etrafında toplanan talebeler, onu gözyaşlarıyla dinlerler ve:
“–Ah Esmâ ablacığım, sen olmasaydın, belki de hâfızlık zor gelecek, bırakacaktık!” derlerdi.
Geceleri kalkar, Kur’ân talebeleri üşümesin, “onlar Allah’ın sevgilileri olmaya aday” diyerek, üstlerini örter, kirli gördüğü yerleri temizler, öğrencilere kahvaltıda sürpriz yemekler yapardı.
Talebeler kalkıp masalarında nefis yiyecekleri görünce şaşırırlar ve sevinirlerdi. Teşekkür etmek istedikleri Esmâ ise çoktan işine gitmiş olurdu. Bütün maaşını böylece talebelere harcayan Esmâ, o yıl, bulunduğu kurstaki hafızlığa başlayan bütün talebelerin hıfzlarını tamamlamasına vesîle olmuştu. İmtihandan sonra, hepsi gelip Esmâ ablalarına sarılmış, o ise sevinç gözyaşlarıyla mukâbele etmişti.
Ona dünyada haz veren iki şey vardı: Kur’ân kursu talebelerine hizmet etmek ve rüyasında sıkça gördüğü Rasûlullâh’a bir an önce kavuşmak...
***
Sünnet-i seniyyeyi yaşamaya çok dikkat eden Esmâ, insanları sever, kendini de sevdirirdi. Bu minvâl üzere devam eden hayatında, iki yıl aradan sonra Almanya’dan bir tâlibi daha çıktı. Çok tedirgindi, ama bu sefer içi ısınmıştı. Namazında, dinini yaşamaya gayret eden, temiz yüzlü ve merhametliydi, yeni damat adayı...
Kısa zamanda nişanlanmış, nikahı da kıymışlardı. Tanıdıkça daha çok şükrediyordu, Rabbine! Düğünü Kur’ân sadâları arasında oldu. Çok mutluydu.
Evliliğinin 29. gününde eşi Almanya’ya dönecekti. Esmâ’nın evraklarında problem çıktığı için, onun gidişi sonraya kalmıştı.
***
Efendisi, Almanya’ya gitmişti. Evliliğinin 40. günüydü. Kendisi de dışarı çıkıp bir şeyler almayı düşündü. Hazırlanırken kız kardeşine:
“–Ben bugün şalvarımı giyeceğim. Ne olur, ne olmaz; sen de giy! Bugün içimde ifadeden aciz kaldığım değişik hislerim var. Böylece tedbiri de elden bırakmamış oluruz!” dedi.
Minibüse bindiler. Esmâ’nın içinde bir sıkıntı vardı. Avucuna gülsuyu döktü, dudaklarından da Rasûlullah’ın salavâtı dökülüyordu. Bir an gözünün önüne Allah Rasûlü’nün mütebessim çehresi geliverdi. Daha da şevklenerek salavât getirmeye devam etti. Sevinçten gözünden akan yaşlar pembe yanaklarını ıslattı.
Yanındaki hâfıza kardeşine baktı. Onun hâfız olması için elinden gelen desteği vermişti.
Minibüs oldukça hızlı gidiyordu. Bir anda ne olduğunu anlayamadılar. Minibüs hatalı sollama sonucu şarampole yuvarlanmış defalarca takla atmaya başlamıştı. Kızkardeşi gözünü açtığında minibüsün içinde kendisinden başka kimse kalmamıştı.
“–Esma ablacığım!..” diye seslendi. Çıt yoktu. Kızkardeşi hemen arabanın kırılan camından dışarıya süzüldü. Kendisine bir şey olmamıştı. Arabadaki yolcular etrafa saçılmış, üstü başı açılan kadınlar hoş olmayan bir manzara ortaya çıkarmıştı. Gözü, Esmâ ablasını arıyordu. En sonunda gördü. Yerde boylu boyunca uzanmış, pardüsesi yüzüne kapanmıştı. Tesettürüne hiçbir halel gelmemişti.
Kazayı fark eden bir araba durdu. Kızkardeşinin de yardımıyla Esmâ’yı arabaya bindirdiler. Esmâ sadece nefes alıyordu. Hastahaneye varılır varılmaz, Esmâ’nın beyin filmi çekildi. Doktor:
“–Beyin fonksiyonları durmak üzere.” dedi. “Yaşamaz; yaşayacak olsa da şu andan itibaren bitkisel hayata girmiştir, konuşamaz.”
O sırada hastahaneye gelmiş olan yaşlı bir teyze, kenarda duran ve ümitleri kesildiği için doktorların ilgilenmediği Esma’yı fark etti. Yanına gittti. Çok şaşırmıştı. Zîrâ doktorun dediklerini duyan kulakları Esmâ’nın Allâh zikrini de duyuyordu. Gözleri yaşardı. Hastaya doğru eğildi ve:
“–Allah de, kızım!.. bugün Allah’dan başka çalınıcak kapılar he beyhûde. Hem Allah’dan başka kimimiz var bizim!.. Allah, Allah!” diye hafifçe seslendi. Esmâ’nın dudaklarından daha yüksek bir sesle Allah zikri dökülmeye başladı. Doktor ve orada bulunanlar tıbbın imkanları dışında olan bu olay karşısında hayretler içinde kaldı. Hasta hemen yoğun bakıma alındı. Ama Esmâ’dan güçlükle alıp verdiği nefes dışında, bir daha hiçbir ses çıkmadı.
Hasta komada iken, başındaki akrabaları,
“–Bizi hisseder mi?” diye doktora müracaat ettiler. Doktor:
“–Eğer hissederse, şu kalp grafikleri hareket eder.” dedi. Bütün gözler bir hareket görebilme umuduyla, bağlı olduğu cihaza döndü. Hiçbir hareket yoktu.
***
O akşam, refakatçi olarak başında bekleyen kızkardeşi, hâfızlık yaparken ablasının teşviklerini hatırladı. “Keşke ben de ona moral verebilseydim.” düşüncesiyle, ablasının çok sevdiği ve sık sık okuttuğu, Tevbe sûresinin sonlarındaki aşrını tilâvet etmeye başladı:
“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. (Bu), Tevrat’ta, incil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’dan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük bir kazançtır.” (Tevbe, 111)
Bir yandan da elini sımsıkı kavramıştı. İnanılmaz bir hâdise, kalp grafikleri hareketlenmeye başladı. Ablası sesini duyuyor, duygularını bu şekilde ifâde ediyordu. Kızkardeşi hem ağladı, hem okudu.
......
“Andolsun size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 128.)
Aşır bittikten sonra, Yâsin-i şerîfe geçti. Âyetler bitince çizgiler eski haline döndü.
Ertesi sabah doktor gelmiş, mûtâd olan iğnesini yapmıştı. İşte o anda Esma yatağında doğruldu, duâ eder gibi ellerini açtı, yüzüne sürdü ve tekrar yattı. Doktorun hayret dolu bakışları arasında da son nefesini verdi.
Sanki onun bu kısa ömrü, bir şeb-i arusa, gerçek düğün gecesine hazırlıktı.
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz! Nasıl ölürseniz, öyle haşrolunursunuz!” (Hadis-i Şerif)
***
Ölümünden Sonra Bir Rüya:
Annesi Esmâ’yı çok merak ediyordu. Bir gün rüyasında kızını gördü. Esma, beyaz elbiseler içinde annesinin yanına yaklaştı, gülümsüyordu. Annesi kızına:
“–Nasılsın, rahatın iyi mi?” diye sordu.
“–Anneciğim benim rahatım çok iyi. Çünkü hiç namaz borcum yok! Fakat kabir komşularım ızdırap içinde... Namaz borçlarının hesabı onlara çok ağır geliyor. Anneciğim, namaza dikkat edin! Anneciğim, namaza dikkat edin! Anneciğim, namazı huşû ile kılmaya dikkat edin! Önce namaz, önce namaz!”
Bu rüya vesilesiyle, tanıdıklarının bir çoğu namaza başladı. Böylece ölümünden sonra da insanlara tebliğe devam etti.
YORUMLAR