Adımları isteksizce yönelmişti oraya... Aslında uzun uzun seyredebileceği masmavi bir denize niyetliydi, kapıdan çıkarken… O, içindeki çığlıkları bastıracak bir liman ararken, şimdi sessiz çığlıklar mekânında, uzun uzun sohbet ederken buldu kendini... Kime gitse, nereye yönelse, aynı tonda ve ıztırapta “âhh”lar dolduruyordu yüreğini!
“Keşke… keşke… her ânını unutulmaz bir dem’e çevirseydik de, şu dünyadan geçip giderken, yitip gidenlerden olmasaydık!” diye inliyordu her kabir sahibi, nefes nefes…
Korkmuştu çocuk, ama kabirden yükselen sessiz çığlıklardan değil, ebedî bir haykırışla neticelenecek bomboş bir hayat yaşamaktan! Elini toprakla buluşturdu. Bedeninin âkıbeti, ellerinin arasından süzülüp savrulurken rüzgârla, Şeyh göründü âniden!
“-Doğru yerden başlamışsın evlât!” diye başladı söze ve usul usul devam etti:
“-Ölmeden evvel ölümü yaşamayanlar, son nefesi, ıztırap ile karşılarlar. Ölümü bir bahar esintisi ile karşılayanlar ise, bekâ mevsimi için, dünya eğlencesini fedâ edenlerdir. Onlar âhirette hoş bir vuslat için, fânî zevk u safâdan geçip, her gönle ebedî fecri yaşatabilme gayreti ile yaşadılar. Nihayet, kesrette (çoklukta) vahdeti (birliği) buldular, cânı Cânâna lâyık hâle getirinceye kadar sabır ile yaşadılar. Bedenleri ayrılırken bu cihandan, kendilerine dillerde ve gönüllerde kıyâmete kadar ebedîleşecekleri bir muhabbet bıraktılar. Gittiler, lâkin yitmediler!”
Keyfiyetini Rahman bilir, lâkin şu dünyada en çok ne lezzet bıraktı diye sorulsa, düşünmeden “Muallime” olmak derim ve çokça, uzunca, meccânen verilmiş bu nîmetin, dâim olması için duâ ederim. Lâkin şunu da bilirim ki, her nîmetin iki bedeli vardır: Külfeti ve hesabı…
İsminin “muallime” olması kolay, ya bu ünvânın sadrına işlemesi? Yüzlerce insanın senin tedrîsinden geçmesi kolay; ya rahlende oturanın istîdatlarının inkişâf etmesi?! Zâhiren talebelerinden hürmet görmek kolay, ya gönüllerinde bir iz bırakabilmek?!
Sorular uzar gider. Bu soruların cevapları ise, herkesin gönlünce… Gerçek bir muallim/muallime olabilmenin yolu ise, Muallimler Muallimi (s.a.v.)’ne yaklaşabilmekte…
“İlmine, irfânına ve ahlâkına tâlibiz! Muallimimiz ol yâ Rasûlâllah!”
Problemli bir eğitimin ve dahî emanetlerin/talebelerin mevcut sorumluluğunun farkına varamamış ellerde ziyan olup gitmesinin en büyük sebebi de yine O’ndan uzaklaşmakta!
Allah Rasûlü’nün izinden gidebilseydi her muallim, adım başı Muâzlar, Ebû Ubeyde bin Cerrahlar, Abdullahlar, Bilâller çıkardı karşımıza… Bir çocuğun gözlerinde, Fâtih’in umudunu ve hayallerini göremiyorsak eğer biz, önce “Fâtih’i yetiştiren Akşemseddin, benim yüreğimin neresinde?” diye sormalıyız! Hâlâ internet bağımlılığından kopamadınız mı diye sinirlenmek yerine talebelerimize, önce Hüdâyîlerin, Yûnus Emrelerin, bizleri hayret vâdilerinde dolaştıran, fedâkârlık hikâyelerinin başkahramanları, Üftadelerin, Taptuk Emre’lerin gönül yangınını kendimizde aramalıyız!
Feda edemeden bir şeyleri, fedâkârlığı öğretemeyiz; yanmadan yakamayız, pişmeden lezzet bırakamayız, olmazsak bulduramayız, bulmazsak anlatamayız, baştan ayağa aşk kesilmezsek aşkı; yok olmazsak hiçliği; velhâsıl kul olmazsak kulluğu, âmil olmadan ilmi anlatamayız.
Kendime seslenirken aslında, çığlık olur sesim, biraz da taşar bütün bu yolda olanlara… Bir isme sevdalı yaşamayalım, bir “iz” bırakalım! Öyle bir iz bırakalım ki, hakikat pusulası olsun takip edenlere. Öyle bir derya olalım ki, ferahlık versin arkamızdan gelenlere… Dalları yemişli, dibinden nehir akan bir ağaç olalım, istifade edilsin neşvemizden…
Gönlünde vuslat, zikrinde firkat, fikrinde mâşuk, varlığı huzur, meyvesi “hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir nesil”[1] yetiştirmiş muallim ve muallimeler olalım. Selâm duralım, Muallimler Muallimi’ne ve bir hakikat kevseri sunalım, O’nun hidayet incilerinden, çağımızın susamış bîçârelerine… Nihayet, bıraktığımız “iz”lerden ulaşalım, Firdevs-i Âlâ’ya…
[1] Âl-i İmrân, 104.
YORUMLAR