Uzun yoldan gelmişti Ayten Teyze. Tatlı tabağı hazırlayıp “Hoş geldin!”e gideyim dedim, mütebessim çehresinden nasipdâr olmak için… Kapıyı kendime has bir vuruşla tıklattım. Çok bekletmezdi. Dört çocuk, iki torun büyütmüş bu mâhir hanım, hızla bir işi kavrar, hemen hâllederdi. Bu sefer âdetinin dışında kapıda biraz uzun bekledim. Ya uyuyor ya da namaz kılıyor olmalıydı. Kapıya geldiğinde normal hâlin dışında bir hâl olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Nur dolu ak yüzü yer yer düşmüş, gözlerinin altındaki torbalar yer fıstığı gibi şişmiş, zaten küçük olan gözleri iyice içine doğru çökmüştü.
“-Buyur kızım, hoş geldin!” dedi.
Hâlinin haraplığı, onun anaç tavrından, nezâketinden hiçbir şey eksiltmemişti.
“-Yok Ayten Teyze, daha sonra uğrarım, müsait değilsen…” derken el çabukluğuyla elimdeki tabağı eline tutuşturup gitmek istiyordum.
Bu denli vakitsiz gelişim epey mahcup etmişti beni... Sağ eliyle uzattığım ikramı alırken, sol eliyle kolumdan sıkıca kavradı. O kısık gözleriyle gözlerime bakıp:
“-Sen de benim bir evlâdımsın, gel konuşalım!” dedi.
Kısaca anlattı olanları…
“-Ben nedenini bilmem, karışmam da… İkisinin arasında olan şey, ama çok üzüldüm. Bizim nişan bozuldu.” dedi.
Anlattığı; birçok insanın başına gelebilecek, istenmeyen, zor, ama tabiî bir hâdiseydi aslında... Belki bana gelene kadar birçok insanın yaptığı tesellî ifadeleriyle karşıladım ben de onu…
“-Üzülme, ileride evlendikten sonra olacağına erken olmuş, niye bu kadar harap ettin kendini!.”
Asıl nefesimi kesen hâdise, Ayten Teyze’nin bu dediklerimden sonra söyledikleri olmuştu:
“-Evlâdım! Herkes bana «Sen erkek annesisin, neden böyle üzülüyorsun?! Bırak kız tarafı üzülsün!» diyor. Ben zaten oğluma üzülmüyorum ki, inan Allah şâhit, o gencecik kız ortada kaldı diye günlerdir ağlıyorum.”
Bu sözlerinden sonra ne diyeceğimi şaşırmış, taaccüp dolu gözlerimi daldığı noktadan ayıramamıştım. O da ne kızgınlık ne de üzüntü diye tasvir edebileceğim kaşları çatık, ama ne ifâde ettiği belli olmayan bir sîmâ ile yere bakıyordu. Demek ki hiçbir asabiyet duygusu, vicdanını perdelemek için bahane olamazmış, evlâdın bile olsa... Ayten Teyze, dünyasından önce âhiretini düşünenlere bir örnekti.
İnsanı tanımanın yollarından biri de kendisiyle yolculuk etmekmiş. Onunla mübârek bir yolculukta refiklik nasip oldu. Nûr Dağı’na çıkarken:
“-Niye bu kadar iyisin, Ayten Teyze?” dedim.
“-Bilmem ki, ben çok küçük yaşta gurbete gelin oldum. Bana hep hizmet etmeyi, boyun eğmeyi öğrettiler. Ben başkasını görmedim. Hayat beni iyi yaptı galiba!” dedi.
Dağa tırmanırken nefes nefese kalan vücudu, hüznün sessizliği ile durmuştu öylece. Sonra:
“-Annen nasıldı?” diye sordum.
Çünkü biliyordum iyi bir insanın, iyi bir anne ile bağlantısı kaçınılmazdı. Ümmet-i Muhammed’in soluğu olan yiğitler, ağzı duâlı, eli abdestsiz iş tutmayan annelerin yetiştirdiği evlâtlardı.
Küçük bir duraksamadan sonra, kendisine ait hiçbir fahriyet hissetmediğim sözlerine başladı:
“-Annem vefat ettikten sonra bir gece rüya gördüm. Köyün meydanında birçok insan toplanmış, «Bir sahâbe annemiz geliyor, yetimlerin annesi geliyor!» diye heyecanla onu karşılamak için koşuşturuyorlardı. Devenin üzerinde bir nur gibi parlayan ışık bana doğru yaklaştı. Herkesin heyecan ve hürmetle karşıladığı bu kişi, annemdi. Annem çok yetim besledi, büyüttü. O da ömrünü hizmetle geçirdi.” diye tamamladı sözlerini…
Annesini görmüş, tanımış gibi bir heyecan hissettim, anlattıklarından... O Nûr Dağı’nın eteklerinde bunları anlatırken mübarek hanım da yanımızdaydı sanki…
“Yolu doğru olanın yükü ağır olurmuş.” Nefse kolay ve hoş gelen dünya için rahat ve kolay, âhiretimiz için ise yanlış seçimdir. Hâdiseleri gözlerimizle, zâhirî müşâhede ile değil, basîretle görüp gönlümüzle idrâk ettiğimiz zaman gerçekleri daha net kavrayabiliriz. Muhâkemelerimizi, kendi menfaatimize uyuyor diye vicdan süzgecinden geçirmeye zorlamak, zorlayarak ve bahanelerle o süzgeçten geçirdiğimiz neticelere de kendimizi inandırmak, sadece nefsimizi rahatlatır.
“Nefsine esir olmadan insanlık nasıl olur?” diye sordum kendi kendime… Yine aşkta, muhabbette buldu tefekkürüm nihayetini… Çünkü İblis’e secde etmesini emrederken Cenâb-ı Hak, muhabbetti Hazret-i Âdem’in alnındaki nûr. Çünkü muhabbetti; semâda ismi yazılanı âlemlere rahmet sebebi kılan... Muhabbetti; Mekke’nin en zengin ailesinin oğlu Mus’ab’ın kefensiz şehid oluşu Uhud dağlarında... Muhabbetti; sebepler âleminde iyiye ve güzele teveccüh eden her ne varsa... Muhabbetti insan, özünü bir bulsa...
“Âlemden maksat, insandır!” derken Hazret-i Mevlânâ, muhabbet âleminin sırrını fâş eder, âlemden insana... Yıldızların dönüşünde, Dünya’nın mevsim mevsim değişmesinde, rüzgârın esmesinde görür insanı…
Sonra bunları düşünürken gelmiş, ama geçmemiş nice güzel insan misafir oldu düşünce dünyama... İnsan affedici ve merhametli olmalıydı, bunu, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’dan öğrendik... Onu kuyuya atan kardeşlerini bir an bile tereddüt etmeden kucaklayan, içinde kin beslemek şöyle dursun, onları dünya nimetlerinden hediyelerle uğurlayan gül yüzlü Peygamber...
İnsan âdil olmalıydı, bunu, tarihin ve şâhitlerin adâletinde ittifak ettiği Hazret-i Ömer’den öğrendik. Hilâfet yıllarında bir kıtlık kavurur toprağı-insanı… Bir deve kestirip fakirlere dağıtılmasını emreder. Kesilen devenin en güzel yerlerinden kendisine de bir pay getirilince onun da dağıtılmasını söyler ve yüzü kuruyup gittiği hâlde, huzur içinde kuru arpa ekmeği ile zeytinyağı yemeye devam eder. Âdil olma sıfatı, en çok insanın menfaati gâlip geldiğinde insanı imtihan eder.
İnsan muhabbetle, hasretle insandı. “Zü’l-bicâdeyn” gibi peygamber sevdalılarından öğrendik muhabbet ve hasreti de... Kavmi, Medîne’deki Peygamber’den alay ve inkâr içinde bahsederken, o içinde karşı koyulmaz bir sevgi duymuştu Nûr Nebî’ye...
“-O’na gideceğim!” deyip görmeden âşık olduğu Peygamberine giderken, kavmi onun elbiselerini parçaladı, üzerine bir çuval giydirip, dalga geçtiler. Onun bu hâlde yola çıkamayacağını düşündüler. Ama aşk-ı Nebî, onun ayaklarının parçalanmasından; aç, susuz çölleri geçmesinden daha kuvvetliydi. Rasûlullâh’a kavuştuktan bir süre sonra vefat eden bu sahâbî efendimizin cenâzesini Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer ve Nur Nebî birlikte taşımışlardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu bizzat kucaklamış, toprağa koymadan önce:
“-Allâh’ım, ben ondan râzıyım, ben ondan hep razı oldum. Sen de ondan râzı ol!” demişti.
Bu hadiseyi anlatan Abdullah ibni Mes’ud:
“-Ne olurdu o çukur benim çukurum, o mezar benim mezarım olsaydı!” diye iç çekmişti. (İbn-i Hişâm, IV, 183; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227)
İşte aşk! İnsanı yücelten muazzam güç…
İnsan, asıl hayatı, âhiret hayatı olarak görmeli… Biz fedakârlığı, Mekke’nin en zengin ailesinin oğluyken, üzerini örtmeye kefen bulunamayan İslâm’ın ilk muallimi Mus’ab bin Umeyr’den öğrendik.
Ve insan; hataları, gözyaşları, tevbeleri ve affedilmeleriyle insan. Hazret-i Hamza’yı şehid ettikten sonra pişman olan, îman eden ve Peygamber Efendimizi, bir ömür uzaklardan, görünmeden seyreden, Rasûlullah hasretiyle yüreği parçalanan Hazret-i Vahşi efendimizden öğrendik.
İnsan-ı kâmil olma yolunda nice örnek şahsiyeti tanımak ve kendi hayatımı onların hayatına nasıl benzetirim gayretiyle yaşamakla insan olunur. Yâ Rabbi, bizleri insan eyle! Yâ Rabbi bizleri, insan-ı kâmil eyle!..
YORUMLAR