Bir Gönül Işığınla Aydınlansın

Her şey, “bir insanla” başlıyor.

İlk peygamber, her şeyden önce “bir insandı”.

Efendimiz de bu kutlu yola çıktığı zaman “bir insandı”.

Bir insan ve ilk adım; bütün mesele bu.

İslâm, cemiyet hayatına verdiği ehemmiyet kadar ferdin hayatına da ehemmiyet veriyor. İnsanın mânevî hayatı, dışa yansıyan ve toplumun keyfiyetini belirleyen bir durumdur. İslâm, bir cemaat dîni olduğu kadar aynı zamanda bir fert dînidir. Çünkü ferdin dînî hayatı, toplumda akis bulacak ve cemiyetin rengini belirleyecektir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fert olarak “insan”ı önemsemiş, “bir insanın bile” cehenneme girmesine gönlü râzı olmamıştır. Bu yüzden O’nun bu düşüncesi, en yakın arkadaşları olan yâr-ı gârı (mağara arkadaşı) Hazret-i Ebûbekir’de şöyle tezâhür etmiştir:

“Yâ Rabbi, benim vücudumu cehennemde öyle büyüt ki, başka hiç kimse oraya giremesin.”

 

عن سهل بن سعد قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم :

فَوَاللهِ لأَنْ يَهْدِيَ اللهُ بِكَ رَجُلاً وَاحِداً خَيْرٌ لَكَ مِنْ أنْ يَكُونَ لَكَ حُمْرُ النَّعَمِ

 

Sehl ibni Sa’d -radıyallahu anh- naklediyor: Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“...Allâh’a yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın, senin sebebinle bir tek kişiye hidâyet verip doğru yola iletmesi, senin için, kızıl develerin olmasından (ve bunları tasadduk etmenden) çok daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fedâilu’l-Ashâb 9, Meğâzî 38, Cihad 102, 143; Müslim, Fedâilu’s-Sahabe)

Hadîs-i şerîf, bizim için büyük bir ölçü koyuyor. Bir ufuk çiziyor önümüze... Bir insana, bir insanın ehemmiyetine dikkat çekiyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müslümanların en duygusal, en hissî anlarında bile duygularının esiri olmadan bir insanı kurtarmanın kadar mühim olduğunu ortaya koyuyor.

Bir gönle girmek… Bir yürekte fetih gerçekleştirmek…

İslâm nîmeti içerisinde gözlerimizi açan bizler, İslâm açlığını bilebilir miyiz yeterince?! Eksikleri de olsa, yaşadığımız toplumda dînî hayatın varlığı; annemizden, babamızdan gördüğümüz bir dînî yaşantı var. Mahallemizde bir ezân sesi, geçtiğimiz sokaktan yüksele bir minâre var. Yaşadığımız toplumda dînî hassasiyetten doğan insânî değerler manzûmesi mevcut. Yani bizler, hidâyeti aramadan, dünyaya geldiğimizde kulağımıza ezân sesi ile hayata başlamış, Allâh’ın, İslâm ile nîmetlendirdiği kullarındanız.

Peki, bu nîmete sahip olamayanlar?! Bu nîmetin yakınından geçemeyenler?! Onlara kim ulaştıracak bu kurtuluş reçetesini?!

Peygamber Efendimiz’in fem-i muhsinlerinden dökülen bu hayat kurtaran reçetenin sebeb-i vüruduna (ortaya çıkış sebebine) geçmeden evvel, Hayber’le ilgili kısa bir bilgi vermekte fayda var:

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı sonları… (Milâdî 628) Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam, yedi kaleye sahip, müstahkem bir şehir... Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medîne’nin kuzey batısına düşüyor.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’le olan antlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine’den sürgün edilen yahudilerin çoğu buraya yerleşmişti.

Yahudiler, Mekkeli müşriklerle de yeni bir antlaşma yapmışlardı. Bu antlaşmaya göre; Peygamberimiz, şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medîne’ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri, Medîne’ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu plânlar, Hudeybiye Anlaşması’yla neticesiz kalmıştı.

Şimdi İslâm ordusu, bir fitne yuvası hâline gelen Hayber önlerindeydi. Düşmanla kıran kırana bir savaş devam ediyordu. Mü’minlerde yenilmez bir irâde… İrâdelerine güç veren bir şehâdet aşkı, yüreklerini dolduran Rasûlullah ile aynı safta olma mutluluğu... Kuşatma uzuyor ve sabırlar iyice tükeniyordu. Artık topyekün bir saldırının zamanı gelmişti. Ertesi gün, büyük saldırıya geçilecekti. Peygamber Efendimiz, bütün orduyu toplamış ve onları büyük bir heyecana gark eden şu sözleri söylemişti:

“-Bu sancağı yarın öyle birisine vereceğim ki, Allah Teâlâ onun eliyle Hayber’in fethini bize nasip edecek. O Allâh’ı ve Rasûlü’nü sever, Allah ve Rasûlü de onu sever.”

Bu, ne büyük bir müjdeydi! Herkeste tatlı bir telâş vardı; Allah Rasûlü, sancağı bana verir mi diye…

Bir yandan da Allah Rasûlü’nün ağzından fethin müjdesini duymanın sevinci içerisinde geceliyorlardı.

Ertesi gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine bakan meraklı gözlerin arasında Hazret-i Ali’yi sordu:

“-Ali nerede?”

Gözlerinden rahatsızlanmış ve bunun için izin almış olan Hazret-i Ali çağrılıyor. Allah Rasûlü’nün duâsının bereketi ile göz ağrısından kurtulan Hazret-i Ali, Efendimiz’in huzuruna baş eğiyor. Allah Rasûlü, Hayber harbinin sancağını, cengâver Ali’ye teslim ediyor ve ona şu tembihte bulunuyor:

“-Onlara yavaşça sokul, sahalarına in, sonra kendilerini İslâm’a dâvet et. Onlara gerekli olan İslâm esaslarını haber ver. Ey Ali, Allah Teâlâ’nın senin vesilenle tek bir kişiye hidâyet vermesi, iyi bil ki, sana kızıl develer bahşedilmesinden çok daha hayırlıdır.”

Evet, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’ye asıl fethin, kalplerin kilidinin çözülmesi olduğunu haber veriyor. Asıl zafer, bir kişinin hidâyete ermesi… Bu o kadar büyük bir zafer ki, dünyanın üzerindeki en kıymetli şeylerden daha kıymetli…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Senin asıl vazifen, tebliğdir” diyor. O yüzden ulemâ, savaşta saldırıya geçmeden düşmanı önce İslâm’a dâvet etmenin vâcip olduğu hükmüne varmışlardır.

Efendimiz’in “kızıl develer” benzetmesinde bulunması yahut onları bir değer ölçüsü olarak sunması, bunların o zamanın en kıymetli dünya metâı olduğundandır. Günümüzün en kıymetli şeyi ne ise, bir yüreğe hidâyeti ulaştırma gayretimiz ondan daha kıymetlidir.

 

Peygamber Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfinden şu ana başlıkları çıkarabiliriz;

-Bir insan her şeydir. Bir insanın kurtuluşu, âlemin kurtuluşu gibidir.

-Biz, her bir insana, en temiz, en sâde ve en anlaşılır şekliyle İslâm’ı tebliğ etmekle sorumluyuz. Eğer yaşadığımız çağda veya toplumda bir insana İslâm ulaşmamış ise, bunda bizim de derece derece payımız vardır ve Allâh’ın huzurunda bundan hesaba çekileceğiz.

-Mü’minin hayatının temel gâyesi, İslâm’ı tebliğdir. Allâh’ın yüce adının hep daha yücelere ulaştırılmasıdır. Dolayısıyla tebliğ, her mü’minin üzerine ölene kadar farzdır.

-Dünyalık hiçbir şey, bir insanın kurtuluşundan daha mühim değildir. Bir insanın doğru yolu bulması için mü’min her türlü fedakârlıkta bulunmalıdır.

Yüce Rabbimiz bizleri hidâyet üzere yaşatsın ve huzuruna, hidâyetine vesîle olduğumuz insanların şehâdeti ile çıkarsın… Âmin.

 

Duâmız:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hayber önlerine varınca şöyle duâ etti:

“Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah!

Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah!

Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah!

Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allah!

Biz, Sen’den şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkının hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz.

Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırız.” (Zâdü’l-Meâd, II, 148)

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle