“-Yoo, âşık olmak, başlı başına bir günahtır, diyemeyiz. Belki âşık olduktan sonra yaptığımız hareketlere, duygu ve düşüncelere daha fazla dikkat etmemiz gerekir.”
“-Nasıl yani Sâcide abla?”
“-İnsanın sevgisi, meşrû daireler içinde olursa günah değildir. Hatta insanı yüceltir, ulvîleştirir.”
“-Aşkın da sınırı mı olur? İnsan, sevince gözünün önünde hiçbir engel duramaz ki… Aşk, engel tanımaz; öyle değil mi?”
“-Bak Âmineciğim, bizim vücudumuzu bize Allah verdi, değil mi? Gözümüzü, kulağımızı, elimizi, ayağımızı… Hepsinin bir işi var; göz kendi işini yapar, ağız kendi işini, el kendi işini… Herkes vazifesini yapınca, sınırlarını bilince kargaşa kalkar; bir düzen ve âhenk gelir. İşte Rabbimiz, aklımıza da birtakım sınırlar çizmiştir, gönlümüze de… “Benim aklım, çok fazla, ben her şeyi bilirim, her şeyi düşünürüm!” diyen insanların yolu, er-geç aklını zâyî etmeye varır. Çünkü kuyumcu terazisiyle kömür tartılmaz. Kalp de böyledir. Cenâb-ı Hak, onu, biraz önce senin de dediğin gibi «sevmek, âşık olmak» için vermiştir. İnsan, kalbinin sevdâsı ile kıymetlenir. Kim, neyi severse, onun kadar değer kazanır veya kaybeder. Bir dükkâna girdiğini düşün, elinde on tane çeyrek altın olsun. Eğer bakkala, «Ben elimdekileri vereyim, sen de bana on tane sakız ver!» desen, ne duruma düşersin?! O altınların bir tanesi ile belki yüzlerce sakız alabilecekken yazık değil mi verdiğin bedele… İşte kalbimizin sevgisi de bu altınlar kadar değerli ve paha biçilemez kıymettedir. Onları, vara-yoğa harcamamalıdır.”
“-Peki, o zaman insan olarak hiçbir şeyi sevmeyecek miyiz? Ne bileyim, bir çiçeği, bir kuşu, bir evi, bir başka insanı…”
“-Hayır, bunu demek istemedim. İnsan, elbette sevgi sermayesiyle pek çok şeyi sevebilir. Hatta bazen bunları sevmesi, sevgisini ziyadeleştirir. Meselâ eskiden köylerde kuyu açarlar ve bu kuyulardan su çekerlerdi. Ancak ilk defa su çekmek için, tulumbaya biraz su dökmek gerekirdi. Önce küçük bir bakraçtan veya kovadan su döker, bir taraftan da elinle tulumbayı hareket ettirirdin, böylece kuyudan bol miktarda su çıkardı. İnsanın farklı varlıklara duyduğu sevgiler, büyük muhabbet hazinesini keşfetmek için dökülen o bir-iki sürahilik su gibi… O küçücük damlalar, engin suyla buluşunca sevgi menbaı fışkırıyor ve bir çağlayan gibi gürül gürül dışarı çıkıyor. Eskiden bazı şeyh efendiler, kendisine talebe olmak isteyen kimselere sorarlarmış. «Sen hiç birisine âşık oldun mu?» diye… Cevap olumsuz ise, bu sefer, bitkilerden, hayvanlardan bir şeyi sevip sevmediğini sorarlarmış. Eğer şahıs yine, «Benim hiçbir önemleri yok, hepsi aynı…» derse, «Evlâdım, sana bu kapıda verecek bir şeyimiz yok!.. Çünkü sevmeyen, sevemeyen kimse nasipsizdir. Kendini de, bizi de yorma!..» derlermiş. Hani Peygamber Efendimiz de, torunlarının başını okşarken yanına gelip, «Benim de on evlâdım var, ama hiçbirini kucaklayıp sevmiş değilim!..» diyen zavallıya, «Cenâb-ı Hak, senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapabilirim?» diyor ya… Onun gibi… İnsan, kalp sermayesi yoksa, sevgisi, ülfeti, merhameti, muhabbeti yoksa, şarj olması imkânsız bir pil gibidir. Onu hiçbir kuvvet harekete geçiremez. Bu yüzden sevmek güzel şey!..”
“-Hem sevelim, hem de sınırlı sevelim diyorsunuz. Bunlar nasıl olacak Hocam? İnsan, sevmeye başlayınca nasıl sınır koyabilir ki?”
“-Ah Âmineciğim, âh… Mevzu mevzuyu açıyor. Gel, bir soluklanalım. Yatsı namazını da kılalım, rahat rahat konuşalım, olmaz mı?”
“-Tamam, hocam.” dedi.
Beraberce kalktılar, abdestlerini tazelediler ve yan yana, Âlemlerin Rabbi’nin divanına durdular. Âmine de artık namazını ağır ağır kılmaya başlamıştı. İşyerindeki aceleciliği yoktu. Yetişeceği bir yer yoktu, çünkü… Tadına vara vara rükûsunu yaptı, derken uzun uzun secdede durdu.
Selâm verip duâlarını yaptıktan sonra beraberce koltuğa oturdular. Sâcide Hanım:
“-Nerede kalmıştık?” diye sordu. Âmine, sorusunu tekrarladı:
“-Sevginin sınırlarında kalmıştık, Sâcide abla… İnsan kalbi, nasıl sınırlı sevecek?”
“-Hani biraz önce dedim ya sana, insan kalbi, kuyunun coşması gibi, sevgiyle dolup taşabilir diye… Söze oradan başlayayım. Gerçekten insan, küçük küçük şeyleri sevmekle büyük şeyleri sevmeye hazırlanır, bir şartla: Sevdiğinde takılıp kalmayacak… Bazen bir karıncaya veya kelebeğe bakıp ona hayran olan, onun güzelliklerini seyrederken gönlü ona akan insan, sevgisini harekete geçirmiş olur. Ama onların güzelliğinin, kendilerinden kaynaklandığını düşünürse, bir karınca veya bir kelebeğe takılıp kalır. Maalesef günümüzde bile birçok insan, bazı özellikleri ve güzel yönleri sebebiyle bir hayvanı bile kutsayıp ibadet eder hâldedir. Meselâ Hindistan’da insanlar, ineklerin üstünlüklerini saya saya bitiremezler ve bu üstünlükleri yüzünden ona taparlar. Biraz uç bir örnek oldu ama, sevdiğinde takılı kalmak işte bunun gibidir. Yine Hıristiyanlar, Hazret-i İsa’yı sevmedikleri için onu “ilâh” kabul etmezler. Aksine çok sevdikleri için ilâhlaştırırlar. O yüzden sevginin aşırısı da, yerini bulmadığı zaman insanı sapıklığa götürebilir.
Tekrar en başa dönüp başlarsak; sevginin kaynağı Allah Teâlâ’dır. O’nun esmâ-i hüsnâsından biri de «el-Vedûd»dur. Yani “seven, sevgiyi yaratan ve yarattıklarının kalbine sevgiyi yerleştiren Allah” demektir. Allah Teâlâ, kullarına, sevgi duygusunu bir sermaye olarak ikram etmiştir. Sevgi ya da muhabbet, daha çok bir “hâl” olduğu için, herkes yaşadığı his dünyasına, duygu, düşünce ve tecrübelerine göre değerlendirmelerde bulunmuş ve netice olarak farklı farklı “sevgi târifleri” ortaya çıkmıştır. Kimisi bir eşyaya duyduğu bağlılığı “sevgi” ile ifade etmiş, kimisi hemcinsine olan duygularını bu kelimelere dökmüş, kimisi de daha ötede, mânevî bir dünyaya dalarak görünmeyen yüce bir varlığa muhabbet terennümleri mırıldanmıştır.”
“-Sâcide Abla, peki, karşı cinse olan sevgiler bunun neresinde?”
“-Anladım Âmineciğim, ona gelmeye çalışıyorum. Fakat mevzu o kadar geniş ki, hangisinden başlayayım, neresini anlatayım kestiremiyorum… Şimdiye kadar söylediklerimi birleştirip senin soruna geleyim. İşte bu sevgi sermayesini, insanın kalbine yerleştiren Allah, insanın kalbini çeşitli antremanlardan geçire geçire hakiki sevgiye hazırlar. Meselâ insan, bir çiçeği-böceği severken, sevmeyi öğrenir; sonra karşısına çıkan bir başka insana âşık olur. Onunla evlenir, kalbi evlat sevgisine yükselir. Bütün basamaklara takılıp kalmayan insan da, Âlemlerin Rabbinin terbiyesi ile kademe kademe ilâhî sevgiye doğru yükselir. Ama buradaki şart, hep fânî sevgilerde takılı kalmamak…”
“-Demek ki, Allah sevgisine ulaşmak için bizim insanlara da âşık olmamız lâzımmış. Ne güzel!.. Ben de tam o yoldayım!...”
“-O yola çıktığın doğru, ama unutma, bazen yollar gidilecek yere yaklaştırır, bazen de gidilmek istenen yerden uzaklaştırır. Yolun hangi tarafına doğru gittiğine dikkat et!..”
“-Anlayamadım, hocam. Yani bütün sevgiler, aşklar, insanı Allâh’a yaklaştırmaz mı?”
“-Hayır. Tam tersine… Birçok sevgi, insanın gözünde, gönlünde bir kalın perde oluşturur ve doğruları görmeyi engeller. Evet, Allah bu dünyada her şeyi çift yaratmıştır. Bu çiftler arasına bir câzibe koymuştur. Yani Cenâb-ı Hak, kadınla erkek arasına da bir çekim kuvveti koymuştur. Biz, buna “aşk” diyoruz. Bu da harama kaçmadan olursa sevaptır.”
“-Harama kaçmadan sevmek nasıl olur ki?”
“-Sevgi, çoğunlukla insanın elinde olmayan bir duygudur. İffeti, yani nâmusu korumak ve günah olan işlerden kaçmak şartı ile birisine karşı sevgi duymakta mahzur yoktur. Hatta iffetini koruyarak sevgisini gizlemek çok sevaptır. Hadîs-i şerîflerde buyrulur ki:
«Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehiddir.» (Hakim, Hatib)
«Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek, sabredenin günahlarını, Allah Teâlâ affedip Cennetine koyar.» (İbni Asâkîr)
Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak sevgi, insanı kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur. Başka bir hadîs-i şerifte de şöyle buyrulmuştur:
«Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belâsına mâruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir.» (Deylemî)
“-Hem âşık olup hem iffetimizi nasıl koruyacağız hocam!”
“-Hazret-i Mevlânâ -kuddîse sirruh- şöyle buyurmuş: «Şehvetle aşkı birbirine karıştırma!..» Tam bugünleri anlatıyor sanki… Günümüzde bütün televizyon dizileri, dinimizin «zina» dediği ve yasakladığı her şeyi, «aşk» diye meşrûlaştırmaya çalışıyor. Günahlar, sevgi-aşk suyuna batırılarak temizlenmeye, normal ve hatta gerekli gösterilmeye çalışılıyor.
İnsanlar belli ölçüler içinde, tabiî ki birbirine ilgi duyabilirler. Ama bu ilgi ve sevgi, evlilik ile taçlanmalıdır. Eğer arada nikâh yoksa veya hiçbir şekilde nikâh imkânı bulunmuyorsa, kalbimizi de, bütün âzâlarımızı da bu günah girdabından çekip çıkartmamız lâzımdır. Sevgi, her yolu mübah kılmaz!.. Bütün âzâların da, dilin de, gözün de, gönlün de hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Her organın, kendi cinsinden bir zinası vardır; gözün zinası bakmak, elin zinası dokunmak, ayağın zinası da haram yerlere gitmektir. O hâlde biz, aşkımızı, gönlümüzü temiz tutmak zorundayız.”
“-Sevdiğimiz, evlenmek istediğimiz kişiye bakmayacak mıyız hiç?”
“-Olur mu? Peygamberimiz, ashâbını evlenmeden önce görüşmeye teşvik etmiş. Ama onun da belli şartları var. Kimsenin olmadığı mekânlarda baş başa kalmamak, nikâh gerçekleşmeden el ele bile tutuşmamak, gereğinden fazla konuşmamak gibi… Olur olmaz herkese uzun uzun bakmak, erkekler için de, kadınlar için de bir “göz zinası” demektir. Meselâ Peygamber Efendimiz, kendi yanında yetişen Hazret-i Ali’ye:
«-Ey Ali, bakışı bakışa ekleme; zira ilki sendendir, diğerleri ise şeytandandır.» buyurmuştur.
Günümüzde bazıları, yaptıkları bu hataya bir kılıf bulmuşlar ve «Benim kalbim temiz! Benim kötü bir niyetim yok ki…» diyorlar. Acaba bu kişiler, kalplerinin gerçekten Hazret-i Ali’den daha temiz olduğunu mu düşünüyorlar, yoksa sadece kendilerini mi kandırıyorlar?!”
“-Nereden nereye geldik…”
“-Gerçekten öyle… Bu aslında, öyle bir oturuşta bitecek bir konu değil… Soruların çok güzel, konuyu açıyor; başka başka mevzulara giriyoruz. Fakat bana söyleyeceklerimi de unutturuyor.”
“-Kusura bakma, Sâcide Abla… Yüreğim kıpır kıpır… Her şeyi bir an önce öğreneyim istiyorum. Mâlum acelem var da…”
“-Anladım, peki kim bu tâlihli? Ya da senin kalbini çalan hırsız kim? Hiç bahsetmeyecek misin?”
“-Açıkçası her şey bugün başladı ve bir anda çok hızlı ilerledi. Bugün tanıştık, bugün konuştuk ve randevulaştık, buluştuk. Ama ben daha tam olarak kalbimde oturtamadım. Bana, âilemize uymayan bazı durumlar var. Onun için şimdilik bu mevzuyu hiç açmamış olayım. Yeri geldiğinde size daha geniş bilgi vereceğim, söz!.. Madem hep sorularla kestim sohbetinizi, biraz sabredeyim de siz de söyleyeceklerinizi tamamlayın.”
“-Yok, aslında, demin dediğim gibi bu, hemen bitecek bir konu değil. Fakat bu konuda söylemesem olmaz diyebileceğim birkaç husus kaldı. Onları da özetleyeyim, istediğin yerden yine konuşuruz Âmineciğim!..”
“-Buyur Sâcide abla, gençlik heyecanına ver.”
“-Tamam, o zaman iyi dinle… Aşk nedir bilir misin? Aşk, sarmaşıktır. Yani seven ve sevilenin birbiriyle bütünleşmesi, aynîleşmesi; tek bir kalp, tek bir beden hâline gelmesidir. Aşk, “bir” olma potasında erirken sevilen dışında her şeyi gözden düşürmeye çalışmak demektir. Sonunda sevenin gözünde sevilenden başka kimse kalmaz.
Tabiî, bu gönüllü değişim-dönüşüm esnâsında, seven, sevdiği uğrunda sahip olduğu ve “benim” dediği her şeyden vazgeçmeye hazırdır. Başka bir tâbirle, sevene hep fedakârlık düşer. Ancak şaşırtacak bir husustur ki, seven, sevdiği uğruna çile çekmekten, bedel ödemekten hiç şikâyetçi olmaz, olmamalıdır. Yoksa bu durum, sevgisindeki samimiyete gölge düşürür.
Sevgiyi, iki gönül arasındaki bir cereyan hattına da benzetebiliriz. Bu, iki şahsın gönülleri hâricindekine mahrem bir sırdır. Gönül dünyalarında yaşadıklarını, hissettiklerini, birbirlerine sessiz ve sözsüz konuştuklarını, yalnız ikisi bilir, yani seven ve sevilen… Bunun dışında kalanlar için, sevgiden bahsetmek beyhûdedir. O, ancak yaşayanın bildiği bir hâldir. Kısacası tatmayan bilmez.
İşin bir başka yönü de sevgi ve muhabbetin lâyıkıyla dile getirilmemesidir. Zira bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Biraz önce de söylediğim gibi sevginin, yani muhabbetin kaynağı ve yaratıcısı Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hakk’ın yaratıp insanoğlunun yüreklerine yerleştirdiği en büyük ilâhî sermayelerden birisi olan muhabbet, lâyıkına ve gerektiği nispette duyulduğunda insanı yüceltir. Aksine lâyık olmayana ve aşırı derecede gösterilen muhabbet de insanı alçaltır, çirkinleştirir. Meselâ sâlih zâtlara karşı duyulan muhabbet, insanın mânevî derecesini yükseltip ona güzel ahlâk ve alışkanlıklar kazandırırken, şerli kimselere duyulan sevgi de insanı her adımda biraz daha fazla dünyevî ve uhrevî ateşlere yaklaştırır.
O hâlde mümin, bu muhabbet sermâyesini nerede ve nasıl kullanacağını iyi idrak etmeli ve küllî irâdenin bu lütfunu, hoyratça ziyan etmemelidir. Yoksa farkına varmadan çok büyük hüsrâna uğrar. Bir Hak dostu, bu hususta şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ, kullarına olan şefkat ve merhameti sebebiyle onları kendi Zât’ına muhabbet beslemeye dâvet etti. Kullarından nasipsiz olanlar, bu nîmetten mahrum kaldılar. Hak Teâlâ, bu günâhın bir cezâsı olarak onları, gâfil kişilerin muhabbetine giriftâr eyledi.”
Gerçekten, Cenâb-ı Hakk’a muhabbetle bağlanmayanlar, fânîlerin ve gel-geç sevdâların kölesi olmaktan kurtulamazlar. Fânîleri, muhabbetin kaynağı olan Cenâb-ı Hakk’a tercih etmek ise, en büyük ahmaklık ve aldanıştır. Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin Allâh’a olan sevgilerini şöyle anlatır.
“…Îmân edenlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise, her şeyden daha şiddetli ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165)
Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz etmiştir:
“Allâh’ım! Sana duyduğum sevgiyi, kendi canımdan, âile fertlerimden ve serin sudan daha sevimli yap.” (Tirmîzî, Daavât, 72)
O hâlde sevgiden ve sevmekten murad, Allâh’ı ve O’na götürecek şeyleri sevmektir. Allâh’ın sevdiğini sevmek, Allâh’a sevginin bir işareti ve alâmetidir. Hatırlarsan, sohbetimizin başında Peygamberimizi sevmenin ve hatta O’na tam anlamıyla itaat etmenin, Allâh’ın sevgisine ulaşmak için şart olduğunu söylemiştim. Sözlerimi bir cümleyle tamamlayacak olursam; “Sevgi, Allah’tandır; Allah içindir ve Allâh’adır.”
“-Hocam, madem bütün sevgiler Allah için, biz neden Allah’tan başkalarını da seviyoruz ki… Allâh’ı hemen sevsek… Başka varlıklara sevgi duymasak olmaz mı?”
“-Olmaz, her şey basamak basamak… Çocuk, önce doğar, aylarca sırt üstü yatar. Sonra emeklemeye başlar, sonra yavaş yavaş doğrulmaya, yürümeye ve koşmaya… Eğer doğrar doğmaz koşturmaya çalışırsan, âzâları gelişmeden ona kalıcı zararlar verebilirsin. Cenâb-ı Hak, bu kâinâtta her şeyi yavaş yavaş mükemmelleştirmeyi murad etmiş. Hiçbir şey bir anda olmuyor. Kalbimizin büyük bir sevgi maratonuna hazırlanabilmesi için, ufak ufak antrenmanlardan geçmesi lâzım… Nasıl bir sporcu katılacağı yarışma için aylarca antrenman yapıp vücudunu bu yarışa hazırlarsa, Allah ve Rasûlü’ne götürecek sevgiler de kalbimizin, ilâhî aşka antrenmanıdır. Yani Leylâlardan Mevlâ’ya ulaşabilmek için birer basamaktır. Ancak tekrar söylüyorum, basamaklara takılıp kalmak yok!.. Vazgeçebilirsek, daha güzeline kavuşacağız. Var olanla avunursak, mahrum kalacağız.”
“-Hocam, bana müsaade… Çok vaktinizi aldım. Hakkınızı helâl edin. Evden de bekliyorlar.”
“-Peki, Âmine… Aslında bu saatte tek başına dışarı çıkmasan daha iyi ya… Sen bilirsin.”
“-Merak etmeyin, hocam. Biz alışığız!..”
Mağazadan aldığı çantaları ellerine aldı, kapıda Sâcide Hanım’a sarılıp vedalaştı. Yola çıkar çıkmaz bir taksiyi durdurdu ve ev adresini tarif etti. Bir taraftan bugün yaşadığı büyük değişiklikleri, bir taraftan Sâcide Hanım’ın anlattıklarını düşünüyordu. Eve nasıl geldiğini anlayamadı. Kapıyı çaldı. Annesi, kapıyı açar açmaz tatlı bir sitemle:
“-Nerede kaldın, öldürdün bizi meraktan!...” diye çıkıştı.
“-Anneciğim merak etme, Sâcide Hoca’daydım. Oturduk, dertleştik!..” dedi.
“-İyi öyleyse, hadi geç, herkes uyuyor; ben bekledim seni…”
“-Canım annem benim, gel bak, ben de sana ne hediyeler aldım!..” diyerek içeri girdi.
Paketleri açtı, annesine aldığı hediyeleri verdi. Kendine aldığı kıyafetleri de güzelce dolabına kaldırdı. Üstünü değişti. Sonra yatmadan önce telefonuna bakmak aklına geldi, bu akşam hiç çalmamıştı, hayret etti.
Bir de baktı ki, on beş cevapsız arama, yedi tane mesaj… Şaşırdı. Telefon, sessizde kalmıştı. Kimlerin aradığına baktı önce, Tuğçe, Reyhan ve Özgür… Birkaç arkadaşı daha… Ama en çok Reyhan’la Özgür aramıştı. Merak etti. Mesajlara da bakayım, ondan sonra ararım, zaten geç oldu, diye düşündü.
Reyhan’ın mesajlarına bakmaya başladı:
“Neredesin kız? Hepimiz seni bekliyoruz.”
“Ne kadar nazlısın, telefonlarıma niye bakmıyorsun? Bak, Özgür de geldi. Bora’lardayız. Muhakkak bekliyoruz, bahane istemem!..”
“-Neden bu kadar sık aradıkları şimdi anlaşıldı.” dedi içinden… “Bu akşam, Boralarda parti vardı, unutmuşum… Ama ben de çok yoruldum, şimdi oraya kadar gidip de sabaha kadar eğlenemem!.. Zaten çok yorgunum, yarın da işe gideceğim…”
Bir yandan da diğer mesajlara göz atıyordu; Özgür de mesaj göndermişti. Onunkini de açtı:
“Hadi ama, özledim seni… Gelmiyor musun aşkım!.. Özgür”
Sadece ona cevap vermeye karar verdi:
“Çok yoruldum, eve geldim. Yarın görüşürüz. Âmine” yazdı, mesajı gönderdi. Bir taraftan da Özgür’ün “aşkım” deyişi, zihninde dönüp durmaya başladı. Kalbinin bir köşesi çok mutluydu, içi içine sığmıyordu; diğer köşesi ise, “Dün bir, bugün iki… Ne bu hız?!” diyordu. Bunları düşüne düşüne uyuya kaldı.
(Devam Edecek)
YORUMLAR