Soğuk bir kış günüydü. İşten çıkmış arabasıyla eve dönüyordu. Akşamın bu saatinde trafik yoğun oluyordu, yavaşladı. Nedendir bilinmez, gözüne kaldırım kenarındaki küçük bir kız çocuğu ilişti. Üstündeki giysiler oldukça yıpranmış ve uzun zamandır yıkanmamış olmanın etkisiyle kirler içine sinmişti. Önünde, üzerinde birkaç bozuk para bulunan bir karton parçası vardı.
Bu, minik bir dilenci kızdı. Şu hâliyle, kendi sevimli kızından ne kadar uzak bir resim çiziyordu. İçinden isyan dolu bir öfke yükseldi, belli ki yıllarca demlenmişti. Şimdi üzerine soğuk bir su serpilmiş gibi yüksek bir sesle cızırdadı:
“-Neden?” dedi. “Neden? Eğer dedikleri gibi bir Tanrı varsa, bunların olmasına neden izin veriyor? Bir şey yapmıyor?”
İnce bir yağmur başladı, araçlar yavaş yavaş ilerleyebiliyorlardı. Bir kaç kez gök gürlemesinin ardından, yağmur sağanağa dönüştü. Şimdi damlacıklar, arabasının camına şiddetle çarpıyordu. Âşinâsı olmadığı bir ses, uzaklardan tâ vicdanından ona sesleniyordu:
“-Ben, o dilenci kız için bir şey yaptım; seni yarattım!”
* * *
Neden bir kısım insanlar zengindir de, ötekiler fakirdir?
Neden herkesin uzuvları tam değildir de, sakatlar vardır?
Neden başkalarında olan kabiliyetler bizde yoktur?
Neden bizim istîdâtımız (güç ve kabiliyetlerimiz) bu kadarla sınırlıdır?
Neden sıradan bir ‘insan’ızdır da, peygamber değilizdir?
Neden, neden? Haksızlık değil midir bunlar? Ama onun son model arabası varken, okuldaki en güzel kızla evlenmişken, ya da kocası filân yerin müdürüyken, çocukları çok zekî ve hep en iyi okulları kazanmışken, gözleri maviyken, hiç kilo problemi yokken… Ya biz? Sahip olduklarımız ne de az geliverir.
Kıyaslarız, başkalarıyla kendimizi… Genellemeler yaparız; çoğunlukta olan, bizde de olmalıdır diye hak iddia ederiz. Yani insanlar, genellikle tam ve sağlıklı dünyaya geldikleri için, biz de bunu tabiî bir hak addederiz. Sağlıklı olarak dünyaya gelmek hakkımızdır zannederiz. Dolayısıyla da “neden”lerimiz, itirazlarımız hiç bitmez.
Peki, gören iki gözü, sağlam-mütenâsip bir vücudu ve diğerlerini “hak etmek” için ne yapmışızdır?
Hiçbir şey!.. Koca bir hiç.
Bir istihkâkımız, çalışmamız, bedel ödememiz yok!.. Hepsi, Rabbimizin bizlere lütfu, karşılıksız vermesi... Zü’l-Celâli ve’l-İkram olan Hâlıkımızın lutfu, ihsânı, bağışı… Ödediğimiz bir bedel ve alacağı olmayan bizler, o hâlde hangi hakkı isteriz?
“-Peki, o zaman niçin o zengin, ben değilim?” diye ardı arkası kesilmeyen bu sorulara pek çok cevap verilebilir. Ama bir tek şu cevapla yetinebilmemiz mümkün değil mi:
“Rabb’imiz öyle murâd etmiş, O öyle istemiş!..”
Başka hiçbir aklî-mantıkî cevap aramadan, “eslemtü (teslim oldum)” diyen bir yürekle, buna kânî olalım.
Bizler Rab değil, “kul” iken, bir şeyleri sadece canımız öyle istediği için tercih edebiliyorsak, âlemlerin terbiye edicisi, hâkimi olan Rabbimizin isteğine niçin ille de mantıkî îzâhlar arıyoruz?
Adâletsizlik yapar, iltimas geçer diye şüphemiz mi var?
Bize, yirmi birinci yüzyıl insanına sorgulamayı öğrettiler, ama Rabbimizi, mukaddes değerlerimizi, kat’î olan dînî emirleri…
Ama bizler bazı şeyleri ise hiç sorgulamadan kabullenmeyi öğrendik, meselâ her yeniliği sırf “yeni” diye almayı, “moda” olanı yemeyi, giymeyi, yapmayı…
* * *
Bir “şahsiyet” olarak ortaya çıkacağım derken, Rabbimize diklendik. Moda olanı yaparken, şahsiyetimizi kaybettik; haddimizi aştık.
Haddimizi rahmetinle hatırlat Allâh’ım; peygamberlerine ve velîlerine ilhamla duyurduğun gibi…
“Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz. Ama O’ndan gayri olanlar hep sorguya tâbî tutulacaklardır.” (el-Enbiyâ, 23)
YORUMLAR