Geçen yazımızda “İslâm Edebiyatında Na’tlar” konusunda çok genel bir bilgi vermiştik. Şimdi bu konunun devamı mâhiyetinde olan “Kasîde”yi ele alıyoruz.
Aslında bunların hepsi, “Su Kasîdesi”ne ulaşmak için birer basamak… İnşaallah önümüzdeki sayıdan itibaren “Su Kasîdesi”ni beyit beyit şerh etmeye çalışacağız. Su Kasîdesi, Peygamber Efendimize muhabbetin en güzel misallerinden birisi… Asırlar boyunca edebiyatımızda dilden dile, gönülden gönüle aktarılmış büyük bir muhabbet şerâresi… Onu günümüz diliyle, siz değerli okuyucularımıza tekrar terennüm etmek, hem mânevî bir sorumluluk, hem de büyük bir şeref… Ancak bir vefâ borcu olarak, Su Kasîdesi’ni şerhe başlamadan önce büyük şâiri Fuzûlî’yi de bu yazımızda kısaca tanıtmak istedik.
Kasîde
Kasîde, din ve devlet büyüklerini övmek gayesiyle belli kurallar dâhilinde yazılan, uzun manzum yazılara denir. İlk örneklerini XV. yüzyılda vermeye başlayan Türk Edebiyatı, eskiden kopuz eşliğinde, ozanların hakanları ve beyleri methetmek için yazdıkları “koşuk”lara benzemesi sebebiyle, bu türü kolaylıkla benimsemiştir. Yaygın olarak 33-99 beyit arasında kullanılmakla beraber, şairler 40-50 beyit uzunluğunda yazmayı tercih etmişlerdir.
Kasîdede ilk beyte «matla’», son beyte «makta’», şairin mahlasını söylediği beyte «taç beyit», kasîdenin en güzel beytine «beytü’l-kasîd» adı verilir. Kasîdenin içinde her iki mısraı kafiyeli başka beyitler «tecdid-i matla’», birkaç matla’ beyti bulunan kasîde de «zü’l-metâli» diye isimlendirilir.
Kasîdenin Bölümleri
Türk edebiyatında şairler, kasîdeyi altı bölüm olarak tanzim etmişlerdir:
1.Nesib/Teşbîb bölümü: Giriş bölümüdür. Âşikâne duygulardan bahsediliyorsa “nesib”, aşk dışında konulardan bahsediliyorsa “teşbíb” adı verilir. Bu bölüm, on beş-yirmi beyit uzunluğunda olur.
- Girizgâh: Farsça “kaçmak” mânâsına gelen (gürihten) masdarının emir kipi “güriz” (kaçma, kaçış) kelimesine, mekân edatı olan “-gâh” eki getirilerek “girizgâh” sözcüğü elde edilmiştir. Bir ya da iki beyitten oluşur. Nesib ile methiye arasında mânâlı bir geçişi sağlayan bölümdür.
- Methiye: Kasîdenin asıl yazılış gayesi olan kişi ya da hadisenin övüldüğü bölümdür. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, kasîde, büyükleri methetmek için yazılan bir nazım türüdür. Uzunluğu kasîdeden kasîdeye değişir. Kasîdenin en sanatkârâne bölümüdür.
- Tegazzül: Arapça “ğzl” kökünden ve “tefaʻül” bâbından türemiş bir kelimedir. Gazel söyleme mânâsına gelmektedir. Genelde nesib bölümünden sonra yazılır. Tecdîd-i matlaʻ ile başlar, mahlas beyti ile sona erer. Kasîdenin başında veya sonunda olabilir. Tegazzül bölümü olmayan kasîdeler de mevcuttur. Beyit sayısı beş-oniki beyit arasında değişir.
- Fahriye: Övünülecek şey demek olan, “fhr” kökünden türeyen ve şairin arzusunu dile getirdiği veya kendisini övdüğü bölümdür. Beyit sayısı kasîdeden kasîdeye değişir. Fahriye bölümü olmayan kasîdeler de mevcuttur.
- Duâ: Kasîdenin son bölümüdür. Birkaç beyitten ibarettir. Methedilen kişi veya hâdise hakkında hayır duânın yapıldığı bölümdür.
Türk Edebiyatında Kasîde
Türk edebiyatının en büyük kasîde şairleri, 15. yüzyıldan sonra yetişmiştir. Gerçek mânâda kasîdecilik, on altı kasîdesiyle Şeyhî ile başlamıştır. Gerek o yüzyılda, gerekse takip eden asırlarda şiir ve bilhassa kasîde türünde Âşık Paşa, Nev’î, Rûh-i Bağdâdî, Fuzûlî, Nef’î, Nâbî ve Nedim gibi birçok dev şahsiyet yetişmiştir.
Ama tarihî bir gerçektir ki, Türk edebiyatına ve bilhassa Dîvan şiirine damgasını vuran, onu içten içe besleyen, şekillendiren en büyük kaynak, tasavvuftur. O, bir mânâda Dîvân Edebiyatının ruhunu temsil eder. Dîvan edebiyatında iz bırakmış bütün edîb ve şâirlerimizin ifade ve üsluplarında, İslâm’ın bu gönül ikliminden beslenmenin tesirlerini görmek mümkündür. Tasavvuf, edebiyatın zerâfet kazandığı bir mektebe dönüşmüştür. Bu mektepte önce talebe, sonra da mezun olmuş şâirlerimiz, en güzel eserlerini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet ve faziletleriyle süslemişlerdir. Dilini ve sözünü, Muhabbet-i Rasûlullah ile tatlandıranlardan birisi de Fuzûlî’dir.
Fuzûlî Kimdir?
Asıl adı Mehmed bin Süleyman olan Fuzûlî, hüznün diyarı Kerbelâ’da doğması hasebiyle “aşkın ve ıstırabın şâiri” olarak bilinir. Fuzûlî’nin yaşadığı coğrafya, gerek İslâmiyet öncesi ve gerekse İslâmiyet’in hâkim olduğu devirlerde devamlı büyük bir kargaşanın yaşandığı, her karış toprağına kan ve hüznün bulaştığı Irak topraklarıdır. Hazret-i Hüseyin’in şehid edildiği bu topraklara sinmiş olan acı, Fuzûlî’nin şiirlerinde de coşkulu bir lirizmle vuslatı değil, firkati idealize eder. “Leyla vü Mecnûn” mesnevîsinde mücessem bir şekilde karşımıza çıkan bu durum, âdeta “Leylâ’dan Mevlâ’ya giden” bir seyr-i sülûk şeklinde tezahür eder. Nitekim Leyla da, Mecnun da “fenâ (yokluk) diyarı” olan bu dünyada, vuslatı tercih etmezler.
“Benim makamım, Kerbelâ toprağı olduğu için şiirlerim nereye giderlerse onları hürmetle karşılamak lâzımdır. Benim şiirlerim altın değil, gümüş değil, inci değil, la’l değil, topraktır; fakat Kerbelâ toprağıdır.”[1] diyerek şiirlerinin bu sebeple hürmet ve itibarla karşılanmasını arzulamıştır.
“Fuzûlî” mahlasını alışını da divanında şöyle açıklar: “Düşündüm, eğer şiirde başkaları ile müşterek bir mahlas alırsam, muvaffak olmadığım takdirde bana yazık olur. Muvaffak olursam, mahlas ortağıma zulmetmiş olurum. Bu benzerliği ortadan kaldırmak için «Fuzûlî» mahlasını aldım ve ortaklarımın bana zulmedip beni mustarip etmelerinden kurtulmak için mahlasımın himayesine sığındım. Bu lakap kimsenin hoşuna gitmeyeceği için bir başkasının bana ortak çıkarak beni rahatsız etmeyeceğine dair karar kıldım.” [2]
Çok iyi bir dînî eğitim alan, dili ustaca ve kusursuz bir şekilde kullanan Fuzûlî, şiirlerinde Âzeri Türkçesini tercih etmiştir. Üç dile vukûfiyeti bulunan şâirin; Türkçe, Farsça ve Arapça dîvânı vardır. En önemli eserleri: Leyla vü Mecnûn, Hadîkatü’s-Süedâ, Beng ü Bâde, Heft Cam, Rind ü Zâhid, Şikâyetnâme, Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, Enîsü’l-Kalb’tir.
Fuzûlî, Türk edebiyatının en tesirli, üstüne en çok nazîre yazılan şairidir. Şiirlerinde tasavvufî bir lirizm ve samimi bir Allah-Rasûl aşkı duyulur. Kamil mânâda bir aşkın, ancak sevgili uğruna can vermek olduğunu; bunu yapamayanların en azından eksikliklerini itiraf etmeleri gerektiğini söyler:
Cânını cânâna vermektir kemâli âşıkın
Vermeyen cân, îtirâf etmek gerek noksânın.
(Devam Edecek)
[1] Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, “Fuzûlî Divanı Şerhi”, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998, s: 13.
[2] Tarlan, a.g.e, s: 11.
YORUMLAR