Bir Düşünüş Kırıntısı

Yaşanılan her şey, durgun bir suya akseden görüntüler gibi. Nasıl engin sular bile hafif bir esintiye yenik düşüp dalgalanırsa; hissiyât da derinleştikçe, yaşanılanların gidişâtındaki en ufak bir seyirme öyle allak bullak eder ki gönülleri...

Olanları kavramaya çalışan zihinler, hemen sarılırlar sebepler zincirine. “Nedir bu hal? Bu da neyin nesi? Nerden nereye bu gidiş!” Zihinler ardı arkası kesilmeyen soruların esaretinde…

Ne kadar zor, bir şeylerin adını koymak, ne kadar da anlamsız yaşanılan her şeyde bir ismin gölgesi altına sığınmaya çalışmak. Yoksa bizim kavrayamadıklarımızdan oluşan bu anlamsızlıklar içinde boğuluşumuz; bir beşer idrâkinden yansıyan sebepsiz anlayamama acziyetinin verdiği bir kargaşa mı?

İllâ görmek, kavramak, ve “bu, budur demek” mi lazım!

Oysa her bakış, bir görüşün mü alâmetidir? Her duyuş, bir anlayışın, bir kavrayışın mı eseridir?

Öyle olsa güç yetirebilir miydik yere, göğe ve her ikisi arasındakilere pervasızca savurduğumuz bakışlara? Bir bakışın idrakiyle titrerken, bir ikincisine cesaret edebilir miydik?

Zerreden kürreye her birinde Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî ihtişamını seyretmek, benliklerimizde keyifli bir kahkaha mı; yoksa gafilliğin ve nankörlüğün idrâkiyle, Rabbimizin mülkünde başıboş gezişimizin verdiği mahcûbiyetle bir iç muhasebesi hâline bürünmek mi olurdu? 

Oysa ne de çabuk unutuyoruz:

Eğer gerçekten her duyuş, bir anlayış kabîlinde olsaydı; inleyen, zikreden ve yalvaran mahlûkâtın, hisli gönüllerinden yükselen bir nidâya dahî muvaffak olmak, hissedişle sığ olan bu gönüllerimizi kendinden geçirip engin deryalara açılan birer pencere hâline getirmez miydi? 

Hayat bizim için “Böyle gelmiş, böyle gider...”lerden daha öteye geçip, gerçek bir kulluğu yaşama idrakine dönüşmez miydi?

Yaşadığımızı, tattığımızı sandığımız “sevgi”, dillerde dolaşan bir lakırtı olmaktan kurtulup kalpleri yakan bir uyanış hâline gelmez miydi? 

Îmânımızın şahlanışını ruhumuzda seyretmez miydik? Hem bu şahlanış, “Ben!..” diyen nefsimize, “Bana!..” diyen menfaatçilere, peşimiz sıra kuyumuzu kazan, karanlıkları yaldızlı boyalarla sıvamaya çalışan iblise ve O’ndan, O’nu anmaktan, O’nu sevmekten, O’na kul olmaktan bizi alıkoyacağını bildiğimiz, bilmediğimiz varolabilecek her şeye bir başkaldırı olmaz mıydı?

Peki nedir hâlâ sebât edişimizin sebebi? 

Bu anlamsız ve yersiz sükût da neyin nesi? 

Daha bürünmedi mi gözlerimiz aşka! 

Biz hâlâ o pembe masalların diyarlarında mı kaldık? Yoksa hayalle gerçeği birbirinden ayıramayacak kadar çıkmaz hülyalara mı daldık? Ya da biz “Ben, insanları ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım!..” (ez-Zâriyat, 56) buyruğuna muhatap olan insan ve cin toplulukları içerisinde başka bir boyutta mı yaratıldık?

Düşünceler!

Baktığımız her şeyde yeni bir düşünüş... 

İbret mi alıyoruz, hikmetleri mi anlamaya çalışıyoruz? Yoksa bütün bunları tefekkürün inceliklerine dalış zannedip de yalnızca kendimizi mi oyalıyoruz? 

Cenâb-ı Hak; “Biz dünya hayatını oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık” derken, peki bizim bu anlayışımız, daha nereye kadar?

Saniyeler dakikaları, dakikalar ânları, anlar yaşanılanları kovalayıp durdu. Toprak bile bağrında sakladığı tohumdan bir ağaç büyüttü.

Örümcek bozulmasına inat, her gün yeniden ördü ağlarını...

Kuşlar bıkıp usanmadı kırık dökük yuvalarını yeniden inşa etmekten.

Bir bebek bile “düşe kalka” derken yürümeyi, “birkaç kelime” derken konuşmayı öğrendi.

Bizler de biz olalı neler yaptık?..

Neler yapıyoruz?!.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle