Yâ Rasûlâllah…
Âlemlerin Rabbi’ne sonsuz hamd, Sen güzeller güzeli Efendim’e yine sonsuz salât ü selâm olsun, diyerek başlıyorum satırlarıma…
Sâde ve tadına doyum olmayan bir şekilde:
“-Yâ Rasûlâllah!” demek; mektuba başlarken bile böylesine güzelken, Senin devrinde yaşayıp, bu hitâbı nûr cemâline baka baka söyleyenler, ne büyük bir saâdeti yudumlamışlardı kimbilir…
Kıyamete dek, bir kere Seni görebilmek için yanıp tutuşacak olan nice mü’minler gelip geçecek… Oysa ashâb-ı kirâm, asr-ı saâdette yaşamış olmanın imtiyazı ile bu lezzeti defalarca tattılar. Belki de bir cümlenin arasında, daha çok söyleyeceği veya soracağı şeye odaklanmış olarak dudaklarından dökülüvermekteydi:
“-Yâ Rasûlâllah…”
Bu hitâbı bir kere, Senin çağında yaşayanlar gibi, nûrunu, feyzini yudumlayarak söyleyebilmek uğruna, canını fedaya hazır nice mü’min var ve hep var olacak…
Sana sadece hitap edebilmek bile insanı böylesine mest ederken, sohbetinde bulunmak, vahyin gelişine şâhit olmak, gündelik bir hayatı ya da bir gazâyı Seninle paylaşmak, târif edilemez seviyede heyecan vericidir, muhakkak… Onların bu heyecanlarının hep taze olduğunu, kitap sayfalarından okurken bile yüreklerimiz pır pır ediyor. Başlarında kuş varmışçasına, huşû ve edeple Seni dinleyen, “Bir bedevî gelip soru sorsa da, bu bahaneyle istifade etsek…” diye bekleyen sahâbe-i kiram efendilerimizin yaşadıklarını hayran hayran okuyoruz.
Evet, elimizden gelen; okumak, salât ü selâm göndermek, hayır duâlarda bulunmak, hasretimizi gönlümüze gömüp, sabırla diriliş gününü beklemek, Kevser Havuzu’nun başında buluşma ümidini besleyip, Sana lâyık olamama korkusu ile bu ümit arasında savrulup durmak… Belki bir gün rüyamızı teşrif edersin diye başımızı yastığa koyup, öylece beklemek… Rabbim lûtf u keremiyle nasip etmişse Ravza’nı ziyarete gelip:
“-Es-Salât ü vesselâmü aleyke yâ Rasûlâllah!” diyerek hasret gözyaşları dökmek…
Evet, biz, “kardeşlerim” dediğin mü’minlerden olmayı ümid edenlerin elinden gelen bunlar… Mekke’nin, Medîne’nin sokaklarında, Mescid-i Nebî’de:
“-Buralarda dolaşmıştı!” deyip; melül, mahzun, ayak izlerini aramak, Uhud Dağı’na bakıp, Senin bakışlarının da oraya değmiş olduğunun tesellîsini kuşanmak… Kabr-i Şerîf’ine kapanıp doya doya ağlamak şöyle dursun; demir nikâbına yaklaşmak, sükûnet içinde ziyaret edebilmek bile sevenlerinin kalabalığı arasında ne denli mümkün olursa, o kadar işte… Ama yeşil kubbene, Seni gölgeleyişine gıpta ederek bakmak için daha fazla fırsat var, hamd olsun. İzdiham arasında kalmadan, mümkün olan en tenha yer ve zamanda, bu seyre kendini kaptırma imkânına da şükür...
Ashâb-ı kiram efendilerimiz, bizim bu tesellî olma çalışmamızı ve hasretimizi, yine en iyi anlayabilecek olanlardır mutlakâ… Seni her gün görmenin bilemediğimiz lezzetini tatmışken, Dâr-ı Bekâ’ya uğurlamak, onlar için katlanılması ne kadar zor bir hasret yumağı olmuştur acaba?
Ya biz? Mescidine kadar gelip göremeden dönen Üveys el-Karânî Efendimiz misâli, bağrımıza taş basıp, Senin, yedi kere:
“-Ne mutlu!” deyişinin müjdesiyle gözyaşlarımızı buruk bir tebessümle siliyoruz. Üveys el-Karânî Hazretleri, sahâbeden birtakım zâtlarla görüşme, hırka-i şerîfini giyme bahtiyarlığına erişmişti. Ama biz, tebeü’t-tâbiîn neslinden bile asırlar sonra gelen, kaç kat örtüye sarılı hırka-i şerîfini mahfazalar içinde ancak birkaç saniye görebilenleriz… Takdîr-i ilâhiye râzıyız, elbette. Ancak niyetim, Mevlid Kandili’ni idrâk etmeye çalıştığımız bu ayda, hasretimize bir nebze tercüman olabilmek…
Başını okşadığın bir çocuğun, ziyaretine gittiğin bir hastanın, hatırını sorduğun bir sahabînin saâdetini rüyamızda bile görmek için nelerimizi vermezdik ki? Işıl ışıl gülümsemeni, gönüllere inşirah bahşeden sohbetini, nezâketini, zarâfetini anlatan hadîs-i şerîfleri okudukça tekrar tekrar alevleniyor hasretimiz… Seninle aynı kaptan süt yudumlamaktan, bir şeyler yemekten tut da, birlikte mescid inşası için çalışmak, hendek kazmak, omuz omuza cihad etmek, bir tek isteğini yerine getirmek için seferber olmak, kapında nöbet tutmak, duânı almak; ne büyük bahtiyarlıklar bunlar Allâh’ım…
“Asr-ı Saâdet” ifadesi, kelimelerin hududu yettiği kadar, târif etmeye çalışıyor. Ya yaşaması? Aldıkları bu feyzin güzelliği ile nice zorluklara, aşkla, şevkle, yüz ekşitmeden, gönül hoşluğu ile göğüs germişler:
“-Anam, babam; canım Sana fedâ olsun!” cümlesinin hakkını vererek numûne-i imtisâl olmuşlar.
“Gıpta” kelimesi, o kadar yetersiz kalıyor ki; Senin devrinde yaşayan müslümanlar için duyduğumuz hislerin tarifine… Dünyayı şereflendirmişsin, dolu dolu yaşamış ve Yüce Dost’unun davetiyle bu geçici âlemi hasret içinde bırakarak ayrılıvermişsin… Mânen diri olarak bulunduğunu, selâmlarımızı aldığını, “kabr-i şerifini ziyaretin Seni ziyaret gibi olduğunu”, isminin anıldığı yerlere Allâh’ın lûtfuyla teşrif edebileceğini bilmek; boynu bükük gönüllerimizin tesellî pınarları…
Beytullâh’ı tavaf ederken, asânla putları devirişin, Mekke’ye girerken, devenin üzerinde, şükürle secdeye kapanmış hâlin canlanıyor gözlerimizin önünde... Ayaklarımız, o sıcak mermerlere basmakta zorlanırken; ne kadar çetin iklim şartlarında, bir soğuk su yudumlamanın bile lüks sayıldığı çile yumağı bir hayat ortamında, memnuniyet ve rızâ ile yaşayışını tefekkür ediyoruz. Havsalamız çoğu zaman idrakte zorlanıyor; ama muhabbetullâhın, mârifetullâhın insana verebileceği dirâyet ve enerjiyi okurken bile motive oluyoruz.
Mescid-i Nebî’de cemaatle namaz kılarken, Senin imâmetinde namaz kılanların rûhâniyetinden hisseler, izler arıyor; yanımızdaki hiç tanımadığımız, dilini bile bilmediğimiz kardeşimizle aynı hasreti paylaşarak sarılıyor, gözyaşlarımızı, muhabbetimizi paylaşıyoruz. Tâviz vermeden, Rabbimiz’in muhabbet ve tevfîkinden aldığın feyzle destanlar yazdığın çağdan asırlar sonra, takipçilerin olan bizler; nûrlu izlerinle yolumuzu aydınlatıyoruz. Senin muhabbetinden, “üsve-i hasene” olan zirve hayatından aldığımız enerjiyle neşv ü nemâ buluyoruz.
Seni andığımız, hasret ve muhabbet dolu ilâhiler ya da sohbetlerle hayat bulduğumuz cennet bahçesi misâli meclislerden, dünya koşuşturmacasına döndüğümüzde bocalıyoruz kimi zaman… Kalbimizi, zihnimizi bu keşmekeş içerisinde muhafaza etmeye çalışmak, Rabbimizin rızâsına ve sünnet-i seniyyene uygun çizgiden sapmamak, her geçen gün biraz daha fazla mücadele gerektiriyor. “Yedi kere ne mutlu” buyuruşun, bu dört koldan fitnelerle sarılı hâlimizle orantılı muhtemelen…
“-Gel efendim, tut ellerimizden!” vb. misâli, Senin için yazılmış, burcu burcu hasret kokan şiirlere, Rabbimizin dilediği kadarıyla âşinâsındır. İşte biz böyle mânen teşrifine muhtaç, çaresiz, gönlü hüzün okyanuslarında çırpınan, “Ümmetim!” buyurduğun bahtiyarlardan olmayı ümit eden kardeşleriniz.
Bir yandan, Seni mahzun edecek sayısız zulüm, fesat vb. hâdiselere şahit olmaktan dolayı ızdırap duyuyoruz. Diğer yandan da; sayısı belirsiz “Züleyhâ”ların “heyte lek: baksana bana, gelsene bana!” çağrısına kulak tıkayıp bakışlarını ayakucuna indirmeye çalışan delikanlılarımızı, beyefendilerimizi; türlü moda akımlarının cümbüş ve câzibesine kapılmadan, kendini madden ve mânen muhafaza etmeye çalışan genç kız ve hanımlarımızı görerek ferahlıyoruz.
Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerîfleri anlamaya, hayatına geçirmeye çalışanlar, bu uğurda dört koldan faaliyette bulunanlar, “kimsesizlerin kimsesi” olmak için diyar diyar dolaşanlar, İslâm ve vatan uğruna korkusuzca meydanlara atılanlar, umutlarımızı tazeliyor, mücadele aşkımızı artırıyor çok şükür…
Yâ Nebiyyallâh… Bu nâçizâne mektubuma son vermeden önce, bu satırları okuyan kardeşlerimle, kıyamete dek sürecek olan peygamberliğinin değişik bir yansımasını sergileyen ibretli bir hadiseyi paylaşmak istiyorum:
Amerika’nın kiliselerle dolu bir kasabasında, otuzlu yaşlarda genç bir çiftçi olan Robert Davila, genetik bir hastalığı ortaya çıkarak boynundan aşağısı felç kalır. Hâlen kalmakta olduğu bakımevinde, oda arkadaşı ile Allah Teâlâ’dan bahseden sohbetleri olur.
Robert’ın âilesi, dinlerine bağlı bir hristiyandır ve her hafta bir rahip bakımevine gelip duâ etmektedir. Ölen oda arkadaşından hâtıra kalan bir haç işaretli kolye, yatağının baş ucunda asılıdır. Bir gece, Robert rüyasında birisini görür. Bu kişi, isminin “Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-” olduğunu söyler ve haç işaretini göstererek der ki:
“-Allah, kendilerine ibadet edilsin diye elçiler, peygamberler göndermez. Allah, elçiler gönderir ki, böylelikle siz Allâh’a ibadet edesiniz. Ve Îsâ -aleyhisselâm- da bir insandı, çarşı pazarda dolaştı, yiyecek yedi.”
Rüyası böylece biter Robert’ın... Uyandığında tek bildiği, rüyasında öğrendikleridir. Âilesinin onun için aldığı, ses düzeneği ile çalışan bilgisayarı ile internete girebilen Robert, “Muhammed (s.a.v.) kim?” diye araştırır. İslâm Dîni’ni bulup müslüman olur.
Daha sonra, chat ortamında kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i öğretecek birisini arar. Skype üzerinden, Mısırlı bir kardeşten Kur’ân-ı Kerîm öğrenir. On tane sûre ezberler, gözleri ve ağzı dışında hiçbir yerini oynatamayan o felçli hâliyle namazlarını kılmaya başlar, Kur’ân’ı anlamak için videolar izler… Hattâ bir gün sesli bir şekilde Kur’ân okurken, bakımevine gelen tamirci bir müslümanın kendine gelmesine vesîle olur. Çünkü bu kişi, câmi uzak diye gitmediği gibi, hissettiği boşluğu kiliseye giderek gidermeye çalışmaktadır. Kiliselerle dolu bir hristiyan kasabasında, başucundaki haç işaretini bile kaldıramayacak durumda felçli olan Robert’ın hidâyeti, onda şok etkisi yapar.[1]
Hikâye, ana hatlarıyla böyle… Rabbimizin izni ve lûtfu oldukça, imkânsız diye bir şey nasıl olabilir ki zaten?
Yâ Rasûlâllah… Bütün âcizliğim ve kusurlarıma rağmen cür’etimi bağışlar mısın? Sana lâyık olmayan, Seni üzen hareketlerimizden dolayı özürlerimizi kabul buyurup, lütfen, mübarek duâlarına bizleri de katıverir misin? Rüyalarımızı, Rabbimizin izniyle teşrif buyurarak, çorak gönüllerimizi gülşene çevirir misin?
Bu duygularla huzurundan istemeden ayrılırken, tekrar sayısız salât ü selâmlar arz ederim, biricik Efendim…
[1] Robert Davila’nın hikâyesi için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=OlB5_Tosm9o
YORUMLAR