“Kim bizim dinimize, ondan olmayan bir şeyi sokarsa o reddedilir (merduddur).”
(Buhârî)
Ebû Necih İrbad b. Sâriye -radıyallâhu anh- şöyle anlatmıştır:
“Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aramızda ayağa kalkarak, kalpleri ürperten ve gözleri yaşartan etkili bir konuşma yaptı. Bizler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü!.. Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor; bâri bize bir tavsiyede bulun!..” dedik.
Bunun üzerine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emîr (idareci) olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlerden şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.” buyurdular. (Ebû Dâvud; Tirmizî)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- va’z ve nasihatleri için zamanı iyi gözetir; sahâbenin hâlini-vaktini ve içinde bulunduğu durumu dikkate alarak kısa, özlü ve dikkat çekici ifadeler kullanırdı.
Hadisin râvisi İrbad -radıyallâhu anh-, bu çok tesirli öğüdü dinleyen ashâbın, o andaki hislerini ve durumlarını dile getirmektedir. Böylece bizler, onların Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i nasıl can kulağı ile dinlediklerini, sonra O’na nasıl uyup itaat ettiklerini de öğrenmiş oluyoruz. Bu durum aynı zamanda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadisleri ve sünnetleri karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini de öğretiyor.
Sahabe, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri karşısında haşyetle ürperir, kalpleri titrer ve gözlerinden yaş dökerdi. Bütün bunlar; samimiyetle inanmanın, itaat arzusu içinde olmanın, Allah ve Rasûlü’nü sevip saymanın göstergesidir.
* * *
“Bid’at” kelimesi, bed’ kökünden türemiş olup, “bir şeyi örneği ve benzeri olmaksızın meydana getirmek; yeniden icad etmek; bir şeyi ilk defa ortaya atmak” mânâlarına gelmektedir.
Bid’at, genellikle İslâmiyet’in kemâle ermesinden sonra ortaya atılıp, aslı ve esâsı dinde olmadığı hâlde dine nisbet ve izâfe edilen şeylere denir.
İslâm tarihi boyunca âlimler tarafından yapılan bid’at târifleri, hep birbirinden farklı olmuş ve tek bir târif üzerinde birleşilememiştir. Bu târifler iki kısımda incelenecek olursa:
a- Bir kısım İslâm âlimleri, bid’atlerin “sadece inanç ve ibâdet yönünde” olacağını belirtmişler, bunun dışındaki değişiklik ve yenilikleri bid’at kavramı içine almamışlardır.
Bu âlimler, “Kim bizim işimize (dinimize) onda olmayan yeni bir şey sokarsa, o reddedilir (merduddur).” hadîs-i şerîfindeki “işten (dinden)” maksadın “inanç, ibadet ve bir de muâmelâtın değişmeye kapalı olan kısımları” olduğunu belirtmişlerdir.
Buna göre meselâ üç ayların tamamını, farz telâkkî ederek oruçlu geçirmek bid’attir. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in çoğaltılması, ezanların hoparlörden okunması gibi dinin özünden olmayan durumları bid’at olarak değerlendirmemişlerdir.
b- Diğer bir kısım İslâm âlimleri ise, bid’ati, sonradan ortaya çıkan her şeyi içine alacak şekilde geniş ve kapsamlı olarak târif etmişlerdir.
Bu görüşü savunan âlimler, her devirde günlük hayata girmesi kaçınılmaz olan yeniliklerin bu tanımla tezat teşkil etmemesi için, bid’ati; yapılmasında mahzur bulunmayan “iyi bid’at” (Bid’at-ı Hasene) ve yapılması yasaklanan “kötü bid’at” (Bid’at-ı Seyyie) olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.
Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’i bir mushafta toplamak, terâvih namazını cemaatle kılmak vs. iyi bid’ate; kabirlerde medfun bulunanlar için kurban kesmek, buralarda mum yakmak vs. kötü bid’ate örnek olarak gösterilmiştir. Bu anlayışa göre hadislerde reddedilenler, kötü bid’atlerdir. Bu iki târif, her ne kadar birbirinden farklı görünse de, asıl itibariyle birbirine çok yakındır.
Bid’atlerin ne zaman başladığı, hangi dönemlerdeki uygulamaların bid’at olmayacağı tartışılmış olmakla birlikte, Peygamberimiz ve ashabının yaşadığı dönemlerde bid’at olmayacağı ve bid’atlerin bu dönemlerden sonra başladığı, ağırlıklı olarak tercih edilen görüştür. Zira Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yukarıdaki hadîs-i şerifte Râşid Halifelerin yoluna uyulması gerektiğini özellikle vurgulamıştır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra; dünya hayatının bulunduğu hâl üzere devam etmeyeceği, kıyâmete kadar birçok yenilenme ve yapılanmanın olacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Dinin, ibadet ve inanç dışında kalan sahalarında çağa uygun yenilik ve gelişmelerin olması, hem dinin evrenselliğinin, hem de insanlığın gelişmeye olan fıtrî iştiyâkının gereğidir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilim ve teknik gibi insanlığın ortak malı olan unsurların, hiçbir ayırım yapmadan alınmasını teşvik etmiş ve kendisi de en güzel şekilde alıp uygulamıştır. Başta o gün için çok gerekli olan harp silahları ve harp taktikleri olmak üzere, değişik bölgelerde dokunan kumaşların, yiyecek kaplarının, yazı aletlerinin, tıbbî metotların vb. birçok teknik malzemenin kullanılması gayet normal karşılanmıştır.
Daha sonra da sahabe; divan, takvim vb. birçok yeniliği, diğer milletlerden öğrenerek alıp kullanmışlardır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu davranış ve uygulamaları; dinin özünden olmayan sahalarda yeniliğe gitmenin cevâzından öte, böyle bir yeniliğin gerekli olduğunu, başka bir ifadeyle “sünnet” olduğunu da göstermektedir.
Hulâsa her yeniye “bid’at” deyip kapıları kapatmak ve onları kesinlikle kabul etmemek, çok kısa bir zaman içinde kişinin toplum dışına itilmesine sebep olacaktır. İslâm’ın, asırlar boyunca birbirinden değişik kültür sahiplerine hitap etmesi de gösteriyor ki, dini iyi anlayıp yaşayanlar, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra ortaya çıkan her “yeni”yi “bid’at” saymamışlardır.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “Ben de bir insanım, size din hususunda bir şey emrettiğim zaman gereğini yapın. Ama dünya işlerine ait kendi görüşümü söylediğim zaman, bilin ki, ben de bir insanım.” (Buhârî) ifadelerinden, “bid’atin ibadet ve inanç alanlarıyla sınırlı olduğunu” kesin bir şekilde anlamaktayız.
Buna göre, dünya ile ilgili sahalarda; konuya açıklık getiren kesin bir nass (dînî bir delil) bulunmamak ve genel prensiplere muhâlif olmamak şartıyla, insan, her türlü düzenlemeyi yapma hürriyetine sahiptir.
Hâl böyle olmasına rağmen, dinden olmadığı hâlde dinin bünyesine girip Müslüman toplumlarda varlığını devam ettiren çeşitli bid’atler ortaya çıkmıştır. Bunların en önemli sebeplerinin başında;
* İslâmiyet’in kısa sürede farklı sosyal ve kültürel yapılara sahip bulunan milletler arasında yayılması gelir. Bu yabancı sosyal ve kültürel yapıların bazı unsurları, İslâmî bir kimliğe bürünerek yeni dönemlerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
* Ayrıca İslâmî esas ve hükümlerden bazılarının yeni Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılması veya eski kültür mirasının etkisiyle yanlış yorumlanması, bid’atlerin İslam’a girişine zemin hazırlamıştır.
Yabancı millet ve kültürlerle olan sürekli temasların, kültürler arası etkileşmeye yol açtığı, bunun neticesi olarak bazı yabancı inanış ve davranışların İslâm toplumuna girdiği de ayrı bir gerçektir.
* Bu arada birtakım hurafelerin veya eski dînî kalıntıların, yeni dinin saflığını bozma amacıyla kötü niyetle ve kasten İslâm’a sokulmak istenmesi de göz ardı edilmemelidir.
* Bid’atler, bazen de iyi niyetle ortaya çıkmıştır. Bazı Müslümanlar, dinlerine bağlılığın bir neticesi olarak yaptıkları amelleri yeterli görmeyerek daha fazlasını yapmak istemişlerdir. Belki bu mâsum istek, yerine göre takdire de lâyık görülmüştür. Fakat dinin ruhuna uymayan aşırı uygulama ve anlayışlar dinden sayılmamışlardır.
Meselâ; sahabe-i kiramdan bazıları yaptıkları ibadetleri Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptıklarına kıyaslayarak azımsamışlardır. Bunun üzerine onlardan birisi geceleri uyumayıp ibadet edeceğine, birisi hiç evlenmeyip kendisini tamamen ibadete vereceğine, birisi de hiç yemek yemeyeceğine yemin ederek hayatlarını hep ibâdetle geçireceklerine and içmişlerdi. Ancak Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu durumu haber alınca bunun dine uygun olmadığını ifade etmiş ve onları uyarmıştır. (Müslim)
* Bazen de tarihî olaylar incelendiğinde, insanların kaderine yön veren bazı üstün şahsiyetlerin ve büyük başarılar elde eden kimi kahramanların, insanlar üzerinde etkili olduğunu görüyoruz. Bu tesir neticesinde halk, bu insanlara aşırı sevgi besler ve onları, olması gerekenden daha büyük makamlara oturtur. Meselâ; ilk insanlar, fazîlet sahibi kimseleri devamlı hatırlamak maksadıyla onların heykellerini yapmış ve ibadethânelerine koymuşlardı. Sonraki nesiller bu iyi niyeti unutmuş ve o heykellere tapmaya başlamışlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri geçen Nuh -aleyhisselâm- devrindeki putperestlerin taptığı “Ved, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr” bunlardandır. (Bkz: Nuh Sûresi, 23)
Yine Hazret-i Îsâ’ya aşırı sevgi gösteren Hıristiyanlar, onu ilâhlaştırarak sapıklığa düşmüşlerdir. Müslümanlar arasında da Hazret-i Ali’ye aşırı sevgi besleyenler olmuş ve O’nu ilahlaştırmaya varacak kadar ileri giden birtakım gruplar bile ortaya çıkmıştır.
* Diğer yandan bazı tarihî olayların gerçekleştiği mekânların ve zaman dilimlerinin de insanlar üzerinde derin izler bıraktığı görülmüştür. Bu olayların gerçekleştiği mekânlar, zamanla insanlarca kutsal görülmeye başlanmış ve bu hâtıraların yeniden tazelenmesi için bu yerlere ziyaretler düzenlenmiştir. Bu uygulamalar zaman içinde dinin emri gibi de algılanmıştır. Meselâ Hudeybiye Antlaşması’ndan önce Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir ağacın altında ashabıyla “Rıdvan Biatı” yapmıştı. İlerleyen zaman içinde bu kutsal biatın gerçekleştiği mekânda, Müslümanlar namaz kılmayı âdet hâline getirmiş ve bunu bir ibâdet olarak telâkkî etmişlerdi. Bunu duyan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- orada namaz kılanlara çok kızmış ve o ağacı da kestirmişti. (İbn-i Sa’d)
Bid’at ehli, bid’atleri ibâdetlerle ilişkilendirmeye gayret gösterirler. Böylece İslâm’ın önem atfettiği ibâdet müessesesinin yüceliğinden istifâde etmiş olurlar. Ortaya çıkan bu yeniliğin dinden sayılabilmesi, dolayısıyla Müslümanlar tarafından benimsenip uygulanabilmesi için, dinimizin emrettiği ibâdet kısımlarından birine benzemesi gerekir. Aksi hâlde benimsenmez, tepki görür ve uygulanmaz. Ancak daha önce var olan bir ibâdet cinsinden olursa, diğerinden farkı olmadığı düşüncesiyle benimsenir ve toplumda kök salar. Benzerlikten ötürü de yanlış olduğu kolay kolay anlaşılmaz. Meselâ;
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hutbe okurken, Ebû İsrail adındaki bir adamın dışarıda, güneşin altında ayakta durduğunu fark eder. Sebebini sorunca, “O zat, oruçlu olarak, siz hutbenizi bitirinceye kadar, dışarıda güneşin altında, ayakta durup, saygı göstermeyi nezretmiş.” cevabını verirler.
Rasâlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gelip o şahsa gölgede oturarak hutbeyi dinlemesini, fakat nezrettiği orucunu tamamlamasını emreder. (Buhârî)
Böylece Rasâlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yapılan işin doğru olmadığını belirtmişlerdir. Zira bir yerde ibâdet olan, başka bir yerde, yani yeri değiştirildiğinde ibadet olmaktan çıkıp bid’at hâlini alabilir. Nitekim namaz kılarken, Arafat’ta duâ ederken, ezân ve kamet okunurken ayakta durmak; ihramda iken güneşten kaçmamak sevap getiren işlerdendir. Dolayısıyla, ibadet olan bir iş, yerinde yapılınca sevap getirir, aksi takdirde bid’at olabilir.
Velhâsıl, sağlıklı dînî bilgiye sahip olmayan ve inanç yönünde birtakım boşluklar görünen toplumlarda bid’at, bâtıl inanç ve hurafelerin daha kolay yer ettiği ve yaygınlaştığı şüphe götürmez bir gerçektir.
Bu sebeple her Müslüman’ın dinini doğru şekilde yaşaması için Allah’ın emirlerini ve yasaklarını yeterince bilmesi gerekmektedir. (Gelecek sayıda: Kabir Ziyâretleri)
YORUMLAR