BENİM KURBANIM DA SENSİN YUSUF’UM!

Ne senin adın Yûsuf, ne de ben Züleyhâ’yım.

Sanma ki ellerimden yırtılacak gömleğin...

Lâkin bir gün Züleyhâ olup gelirsem sana,

Yûsuf gibi karşıla, asil, iffetli, serin...

 

Elinde şişleri, siyah bir iple atkı örüyordu. Sonbahar yağmurları başlamış, kış yaklaşmıştı. Hazırlık yapmak gerekirdi elbet. Kimin içindi bu atkı? Canım bu da soru muydu, tabii ki kurbanı için. Bunu duyan bazı komşuları, onunla eğlendiler:

“–Yaşın da geçkin değil; ama erken bunadın galiba…” dediler.

Öyle ya, hiç kurbana atkı örülür müydü? Bugüne kadar nerede görülmüştü, kesilecek kurbanın boynuna atkı dolandığı… Bu kadın bi âlemdi canım. Ya ne dediğini bilmiyordu, ya da kendi çapında milleti güldürmeye çalışıyordu. Zaten ne düşündüğünün de önemi yoktu. Gülüyorlardı ya işte bu vesileyle… Oh, ne güzeldi.

Bu zavallı kadın zaten günlerdir, olmayan kurbanını sevip duruyordu. Parası yoktu ki, koç ala. Yine de, “Koçum benim, canım benim!..” deyip duruyordu. Bir de durmuş, olmayan koça deli gibi atkı örüyordu:

“–Dört düz, iki ters, dört düz, iki ters… Dön öbür sıraya… İki düz, dört ters, iki düz, dört ters… Dön öbür sıraya… Tersler düz, düzler ters…”

Doğrusu tam da kendine göre bir işti bu yaptığı. Komşu kadınlar:

“–Örgü de örmese iyice dellenir bu…” diyor, kendi kafalarında onu, aklını yemiş bir gariban olarak düşünüyorlardı. Söyleyin Allah aşkına, hangi “aklını yemiş”, çevresindekilerin laflarına kulak asar? O da bunların sözüne bakmıyordu ya, e tamam işte, kesin onlardandı. Bu zanlarına öyle de inandılar ki, bizimkinin adını deliye çıkardılar. Madem öyle, artık biz de ondan “bizim deli” diye bahsedelim. Nasılsa kendisi de itiraz etmiyor, böyle denmesine… Ve şimdi bakalım neler söylüyor kıymetlisine:

“–Kurbanım, bak atkını yarıladım. Her sırada sayıyorum dört düz, iki ters, diye; ama biliyor musun, aslında tersi düzü yok. Uzaktan şöyle bir bakıyorum, ikisi birbirini tamamlayıp model oluvermiş. Ters; bana göre. Düz; terse göre. Zaten, öbür sıraya geçince, tersler düz, düzler ters oluveriyor. Anlayacağın, bugün öyle görünen, yarın böyle görünebiliyor. Hani sen derdin ya, «Hiçbir şey göründüğünden ibaret değildir.» diye, işte aynen öyle… Ama canım, seninle sohbet ederken de başka bir iş yapılmaz ki… Seninle konuşurken, o güzel gözlerine dalıvermek gerekir. Dur dur, şişleri bırakayım da geleyim.”

Bizim deli, böyle söyleyip diğer odaya geçti. Şu komşu kadınlar haklı olmalıydı. Ortada ne koç, ne koyun… Kurban nâmına bir şeycik yoktu. Zaman kaybetmeden geri döndüğünde, az önce yarım bıraktığı sohbetine devam etti:

“–Sen benim kurbanımsın Yusuf’um! İbadetim, seni hak sahiplerine dağıtmaktır. O kadar haksın ki, bak, pırıltısına dayanacak gücü bulup gözlerine uzun uzun dalamıyorum. Ben biraz, (ille de görmek istediğinde) Hakk’ın «O hâlde dağa bak!..» buyurduğu ve dağ, nazar ile yerle bir olunca, o heybetten bayılıp düşen Mûsa gibiyim karşında…

Öylesine O’nunsun ki, ne kadar içimde de olsan, ne kadar canımdan da sakınsam seni, emre uymakla mükellef ve bu mükellefiyetten (bazen zorlansam da) memnûnumdur. Bana O’ndan, rahmet olarak geldin; fakat benim değilsin, bende emânetsin…

Ey, bana Hak katından gönderilmiş “koç gibi Yusuf’um!” Seni nefsim için harcarsam, hiç Allah bundan râzı olur mu? Sen bana, hak sahiplerine dağıtmam için emânet edilmişken, saklayıp kendime ayırırsam Allah sormaz mı? İşte bu yüzden, geldiğin günden beri (haberin bile yokken) belki yüzlerce kere, gözlerini bağladım da, canın hiç yanmasın diye, en keskin bıçaklarla, en çevik darbelerle kestim de dağıttım seni…

Ona buna pay edip sunmak, hiç de kolay olmadı. Aslında çok canım çekti. O senden payını alanlar, neşe içinde evlerine girdiği vakit, hatta yandı bile içim. Ben de insanım değil mi ya, ben de nefs taşıyorum. Üstelik bir de seni seviyorum. Ama hani emânettin ya; bana haram, başkalarına helâldin ya, orada durdum. Orada durmalıydım be koçum. Zira oradan öteye geçtiğim vakit, emânet olarak da kalamazdın bende…

De ki, yokluğuna dayanmak, kolay mı sanıyorsun? Hayır, değil! Fakat ne vakit daralsam bu zorluktan, «dağıttıkların bizim oldu yâ Âişe» diyen ses yankılandı kulaklarımda hep… “Yediğimiz değil, dağıttığımız bizim oldu”. Hani bir kurbanın etini ikram etmişlerdi de, onlara kala kala tek bir kürek kemiği kalmıştı. Durumu görünce böyle demişti Güzeller Güzeli. Ve eklemişti güzellerden biri: «Yediğimiz dışarıya, dağıttığımız Arş-ı Âlâya çıkacak…» Arş-ı âlâya çık istedim. Hep bunu istiyorum. Hiç gitme, hiç ayrılmayalım, hiç düşme yerlere... Düşme sevdiceğim…

Hem zaten bana acın, hasretin, başkalarının yediğinde bile alamadığı lezzetin kalıyor ya… Sahi, o komşularım belki de sende kusurlar görüyor, seni küçümsüyor, ne bileyim belki, senin kadrini bilmekte ciddi gafletler yaşıyorlar da, sana olan hasretim, beni tüm bunlardan uzak tutuyor. Tabiî ya, öyle olmasa, hakkında onca şiiri, onca methiyeyi nasıl yazardım. Böyle olmasa, yıllar sonra gözlerine bakmaktan hâlâ, nasıl aynı tadı alırdım. Yusuf gibi güzel koçum benim! Seni özlemek, seni her sene bir değil, binlerce kez kurban edip, ardından bayramlar etmek ne acıklı ve ne özel…

Başkaları gibi para-pul sayıp almadım seni. Sen benim pullar ötesi kıymetlimsin. İşte bu yüzdendir başka bir şeyi değil, seni kurban edişim… Cennet hiç ucuz değilmiş. Yoksa şüphesiz ben, nefsime tâbî olup sana doymayı da pek iyi bilirim. Ama mesele doymak değilmiş… Mesele doyamamakmış, kanar dururken bir yandan, kanamamakmış. Bir varmış, bir yokmuş sevdiğim… En güçlü vuslat ânının içinde, dağlar gibi koca bir hasret varmış…

Bu dünya, açlıklar mekânıymış. Bakıyorum da zaten, doyduğunu söyleyen kimse, neredeyse yok. Kimi yemeye, kimi gezmeye, kimi paraya, kimi makâma aç. Herkeste bir doyumsuzluk var gibi. Bir avuç toprağını bekliyor insan… Evi olan daha kocamanının, eşi olan ikinci bir hanımın, parası olan daha fazlasının, yemeği olan midesindeki gazının derdinde…”

* * *

 

Tam bu sırada, komşu kadınlardan biri çat kapı çıkageldi. İster istemez kapıyı açtı bizim deli. Kadın, meraklı bakışlarla:

“–Aman komşu!..” dedi. “Koçum, kurbanım, Yusuf’um filan, bir şeyler sayıklayıp duruyorsun. Yani günlerdir, duvara kulaklarımı dayamaktan bir hâl oldum, dinlemeye devam edecektim; ama dayanamadım, koştum geldim, anlat hele ne bu mesele. Meraktan çat diye çatlayacağım ayol!”

Bizimki zaten, öyle konu komşuya laf anlatmaya meraklı olaydı, elbet vakitlice hepsine haber eder, konuşmalarını onlara hitâben yapardı. Oysa böyle bir talep bile onu bunalttı.

“–Çay içesin varsa ikram edeyim. Meyve yiyesin varsa dilimleyeyim. Gez bak, evimde beğendiğin bir eşya varsa, hediye edeyim. Ama koçumu kurbanımı, ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Hadi şimdi diyeceğin başka bir şey yoksa, seni kapıya buyur edeyim!..” dedi.

Komşu kadın, az bozulur gibi oldu, ama nicedir gözüne kestirdiği örtü hediye edilince kendisine, merakını unuttu, çıktı gitti. Bizimki o gidince, sohbetine devam etti:

“–«Oh, yâ Rabbi, şükür! Bana da şu dünyada, başımı altında güvende tutacağım bir çatı nasip ettin!.. Şükür ki, bugün soframda, sıcak bir tas çorba lûtfettin, daha bu dünyada ne isterim.» diyen kaç kişi gördüm, bilmiyorum? Ne vakit bir hastalık, ayrılık, ölüm ya da âfet gelecek, o vakit insan elindekinin kadrini bilecek… De hele Yusuf’um, kadrini bilebildim mi?

Yüzüne bakınca, iyi ki de payıma, sana hasret kalmak düşmüş, diye geçirdim yine içimden… Zira öyle olmasaydı, belki de güzelliğini böyle açık seçik göremeyecektim. Hasret adamın gözünü açar. Belki de bu sebeptendir Rabbimin, bir ömür boyu cemâline hasret bırakıp ucundan kenarından, perdeler ardından görünüvermesi… Belki de bu sebepten bir ömür boyu, «hasretiyle gönül gözlerimizin kendisine temelli açılması için» mühlet vermesi…

E tabiî, bakmaca-görmece, ağlamaca-gülmece, gelmece-gitmece, yanmaca-sönmece, sevmece-sevilmece, sanmaca-kanmaca… Yanmaca! Yok yok, bölmece… Alıp emânetleri bölük bölük hak sahiplerine vermece... Bunu yaparken bazı yenmece, bazı yenilmece. Yine lâf oyunlarına başladım bak. Ne yapayım; dünya hayatı işte, alt tarafı bir oyun ve eğlence… Çocukla, malla, mülkle, yükle vakit geçirmece… En tatlı oyunum eğlencem, en tatlı rüyam sensin kurbanım!

Sen olmasan da, sevdiğim herhangi bir başka şey olsa dağıttığım; mesela yemek, su, vakit, olsa da, kendim için ayırmayıp, bir başkasının hizmetine sunsam, kendim için değil de kardeşlerim için saklasam, kullanmasam da bölüşsem, hibe etsem, işte o vakit, feda ettiğim o şey ne ise, yine adı “kurban” olurdu. Ama en hayırlı kurban, fedâ ederken içini en çok yakan, sana en kıymetli, sanki canın gibi olandır. O hâlde sen, benim hayırlı kurbanım! Seni sevdiğimi ve sırf bu sevgiden ötürü dağıttığımı bil de ses etme. Zira pek yiğit, pek kavî görünürüm ya, sen azıcık inleyecek, azıcık zaaf gösterecek olsan, belki bu, gönlümde sana karşı birikmiş hasret yüzünden hataya düşmeme, zarara uğramama sebep olur. Ne olur bana, «kılın bile kıpırdamadan kurbanlığa râzı olmakla» yardım et…

Say ki ben, sana pek düşkün bir Züleyhâ’yım. Say ki sen, bana meyyâl Yusuf’sun… İşte, Yusuf’un Züleyhâ’ya yaptığını yap. Hani o, arkasından gömleğine asıldığı vakit, kesin bir kararlılıkla kaçmayı yeğlemiş, seveninin zaafı karşısında sağlam bir tavır sergilemekle, aslında sadece kendini değil, özellikle Züleyhâ’yı koca bir çukura yuvarlanmaktan kurtarmıştı. Sanır mısın ki, Yusuf’un kaçışı meyilsizliğindendi. Hayır, bilâkis Yusuf, meyli olduğundan Züleyhâ’dan kaçtı. Seven, sevdiğine zarar vermemek adına, bazen herkesten daha fazla sevgilisinden kaçar, uzaklaşır… Zaten, onun bu samimiyeti bereketiyle, ölmeden önce vuslat nasip olmadı mı ikisine?!

Sana benim elimden bir zarar geliverirse, yaşayacak hâlim mi kalır kıymetlim… Ey benim «Hızır»ım! Ey benim gözlerimin önünde dilediğim her an «hazır»ım! Sana dedim: Sen adam gibi mâşuksun! İşte bu yüzden, kurban dendi mi aklıma ilk sen gelirsin. Lâkin, yine de seni gözümde dağ etmem. Seni çok severim. Ama severken o küçük, zayıf, günâhlı, âciz hâlinle severim. Zira bu güne dek, kimi ya da neyi gözümde dağ ettimse yerle bir oldu, dağıldı gitti. Yıkılan dağların ardından görünen biricik güneş, Hak idi. Baktım ki, sen zaten Hak karşısında yıkılmış, yok olmuş bir güzelsin. Gördüm ki, sen ona «Sevgilim» dersin. O hâlde, «Züleyhâ’n» olmaktan gocunmam. Bilâkis, hakkında dedikodu ederek sefilleşen halka acır, Züleyhâ’ya gıpta ederim ki, Yusuf gibi bir güzele meyletmek, ona nasip olmuştur. Vallahi, sana meylin her türlüsü de güzel…”

* * *

Bu sırada hava çoktan kararmış, insanların çoğu uykuya dalmıştı. Bizim deli:

“–Şimdi ibâdetin vaktidir. Gözlerden uzak, dağıtayım seni…” dedi.

Sonra sessizce ve içi parçalanarak, böldü, dağıttı; koç, üzerine düşeni güzelce yaptı, kılını kıpırdatmadan ve tebessümle, sadece seyretti… Kurban etmek de, edilmek de has nasiptir şüphesiz. Hem, pek feyizli bir ibadetti demek ki, ikisinin de gözlerinden yaş aktı… Sonra atkıya takıldı gözü bizimkinin. Zaten pek yorgundu.

“–Düzü-tersi bir işte!..” dedi…

Hani, çok çekince artık duymaz olur ya insan acıyı, buna benzer bir hâle büründü gönlü. Sustu… O dem bir güzel yağmur yağdı ki, sanki “Kurbanını kabul ettim kulum!” der gibi Rahmân…

Şimdi bilmem, kim için ne anlama geldi bu koç, kurban, Yusuf meselesi. Zaten (komşu kadının hesap) aslında “bizim deli”nin zırvalarından çok, evdeki bir örtüyü ya da atkının bitmiş hâlini merak ediyorsa birisi, ne diyelim, dört düz, iki ters… İki düz dört ters… Anlamak isteyene, sadece Yusuf değil, zırva da, örtü de, örgü de ders…

 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle