Bir süre sessizce yürüdüler. Sacide hocahanım, Âmine’nin sessizliğinden ürktü. Acaba gelmek istemiyor muydu? Ya da çok mu acele ediyor, onu çok mu zorluyordu? Âmine’ye durmadan nasihat ediyordu. Kızcağız kendisini iyice günahkâr ve işe yaramaz hissetmeye mi başlamıştı? Daha fazla dayanamayıp:
“-Âmineciğim, biraz durgunlaştın. Sürekli vaaz edip durdum, bunalttım galiba seni...”
“-Hayır, hayır!.. Dalmışım. Hayat sürprizlerle doludur demiştiniz, hocam… Sessizce yürürken gözüm rengârenk donatılmış vitrinlerde, ama aklım tanışacağım kişiyle meşgul! Hayatın sürprizlerini düşünmeye çalışıyorum. Her şey ne çabuk gelişiyor. Daha önce yan yana yaşadığım insanların, aslında ne kadar farklı dünyalarda olabileceğini görüyorum. Sâcide Abla, arkadaşınız nerden tanışmış Züleyha hanımla?”
“-Onu da çok değer verdiği bir hocası yönlendirmiş. Hatta «Kızım, yaşayan bir Allah dostu ile tanışmak istersen git tanış ve duâsını al!» demiş. Onun vesilesiyle biz de tanıştık… Evi, zaten tekke gibi… Duâ almak isteyen, dertlerine teselli bulmak isteyen kimselerle dolup taşıyor. Gönül aynasını sabırla, şükürle parlatmış birisi… Allah kendisine mânâ âleminin sırlarından bazı perdeleri kaldırarak seyrettirmiş... Hapishânelerden mektuplar alıyor; o da o mektuplara cevaplar yazdırıyor. Onları doğru yola, tevbeye, sabra yönlendiriyor. Polisinden doktoruna, ev hanımından siyasetçisine kadar birçok kişi onunla tanışabilmek ve duâsını almak için ziyaret ediyor.”
“-Ben de iyice merak ettim hocam!”
“-Şimdi merakın geçer, bak geldik.”
Zile bastılar. Kapıda güler yüzlü bir hanım, karşıladı onları ve içeriye buyur etti.
Küçük bir ev, kapının karşısında bir oda... Pencerenin önünde bir yatak, yeşil örtüler içinde gülümseyen, huzuru yüzüne yansımış zayıf bir abla... Felçli olduğunu bilmeyen birisi, gülen yüzünden grip olmuş da yarın kalkacak bir hasta zanneder. Yirmiyedi senedir yatan birisi, nasıl bu denli mutlu olabilir?! Müşfik bir sesle irkildi Âmine…
“-Buyurun, kimler gelmiş, gel Sâcidem, gel! Özlemiştim seni…”
Sâcide hocahanım:
“-Ben de sizi özlemiştim, Züleyha ablacığım! Size bir arkadaşımı getirdim. Âmine!”
“-Gel bakalım, güzel kız? İsmin de ne güzelmiş!”
Âmine eğilip elini öpmek istedi. Züleyha Ablanın eline uzandığında parmaklarının içe dönmüş olduğunu gördü. Elini, renkli kurdelelerle bağlamışlardı. Herhalde iyice bükülmesin diye üstüne de fiyonk bağlamışlar… Âmine ne yapacağını bilemeyince, Züleyha hanım;
“-Onlar benim nişan yüzüklerim, şaşırdın mı? Gel öpeyim seni!..” dedi.
Âmine, Züleyha Hanım’ın boynuna sarıldı. Çok güzel kokuyordu. Halbuki bir akrabası da felçli ve yatalaktı. Hep ilaç kokardı. Ayrıca çok mutsuz ve hâlinden hep şikâyet ediyordu. Bırakın sarılmayı, rahatsız ederiz korkusuyla kimse yanına yaklaşamazdı. Aynı yolun yolcusu iki kişinin imtihanları zâhiren aynı, ama bu imtihana karşı takındıkları tavırlar, yer ile gök arası kadar farklı idi.
Züleyha Abla, aynı müşfik ses tonuyla seslendi:
“-Şöyle karşıma oturun, gözlerinizi göreyim. Geceleri, Rabbime duâ ederken hep gözler aklıma gelir. «Rabbim, o kardeşimi sen aklıma getirdin. Demek ki gönlündeki muradı kabul etmek istiyorsun, benim dua etmem için aklıma getirdin.» diye düşünür ve o kardeşlerime duâ ederim.”
Sacide hocahanım ve Âmine, Züleyha hanımın ayak ucundaki kanepeye oturdular. Daha sohbete başlayamamışlardı ki, bu sırada kapı zili çaldı. Züleyha hanım:
“-Bir kolejden kızlar ziyaretimize gelecekti, onlardır…” dedi.
İçeriye onyedi-on sekiz yaşlarında olan, yaklaşık yirmi kişilik bir grup girdi. Âmine, içinden “Eyvah, bu kadar kişi bu küçücük odaya nasıl sığar?” diye düşünürken Züleyha hanım, gelen genç kızlarla tek tek ilgileniyor, hepsinin ismini sorup hepsini öpüyordu. Selâmlaşma faslından sonra herkes yerleşti. Gencecik gözler, merakla Züleyha hanıma odaklanmıştı. Anlaşılan onlar da ilk defa geliyorlardı. Âmine, büyük ve tuhaf bir merakla, olayları akışına bırakmıştı.
Züleyha hanım:
“-Evet, kızlarım benim ziyaretime gelip beni ikrâmlandırdığınız için çok teşekkür ederim. Çok güzel bakıyorsunuz, Rabbim hepinizi ne güzel yaratmış! Züleyha ablanız, size ne anlatsın?” diye sordu.
Kızlardan biri çekingen bir edâ ile:
“-Züleyha ablacığım, hocamız bize sizden bahsetti, ama ben sizden de duymak istiyorum. Kaç yaşında rahatsızlandınız, nasıl sabrettiniz? Mutluluğun anahtarını nerde buldunuz?” dedi.
Züleyha hanım:
“-On yedi yaşımdayken küçük bir kaza sonucu, boynumdan aşağısı felçli duruma geldi. Bu, birazcık başkalarının canını yakabilir diye söylemekten çekiniyorum. Çünkü o kazaya küçük bir çocuk sebebiyet verdi, daha doğrusu aracılık etti. Sebep oldu demeyelim, Rabbimin de yazdıkları vardı, muhakkak!.. O yazdıklarının bir şekilde olabilmesi için bazı aracılar olması lâzımdı. O yavru aracılık etti. Hâlbuki kendisini suçlu hissetmesine gerek yok!.. O olmasaydı, başkası aracılık edecekti. O yüzden bu kısmı, kazâ diyelim geçelim. Bizden sebep, kimse kendisini üzmesin ve suçlu hissetmesin. Eğer biz bu durumda olacaksak, bahane Rabbime çook!.. Hiçbir bahane olmadan da verebilirdi. Çünkü daha doğmadan kaderimiz yazılıp çizilmiş, bu bize Rabbimiz’in nasibidir. Bize hayırla gelen bir hediyedir. Hakikâten bu, Rabbimin bana on yedi yaşımda verdiği en güzel hediyesidir. Rabbim, beni oturttu yavrularım:
«-Kulum, sen otur.» dedi.
Elhamdülillah, ben de oturuyorum, şükürler olsun. Belki on yedi yaşımıza kadar Müslüman’dım tabiî, emir ve yasaklarına uymaya çalışıyordum. Ama on yedi yaşımdan sonra Rabbimle aramda öyle bir muhabbet, öyle bir güzellik başladı ki, benim hayatım oldu!..
Ömrümün en güzel sekiz yılını, hiç kıpırdamadan hastanede geçirdim. Sekiz yıl, bir hastanede yatılır mı? Dümdüz bir yatakta, tavana bakarak, boynumu bile kıpırdatmadan geçen yıllar… En sevdiğiniz yemekleri yiyemiyorsunuz, dümdüz yattığınız için yutamıyorsunuz, boğazınızdan geçmiyor.
Buradan çıkıp eve gittiğinizde, Züleyha teyzenizi anlamak için bir yatakta, yastık olmadan dümdüz ve hiç kıpırdamadan yatın. Burnunuz kaşınsa bile kaşımayacaksınız, teriniz aksa da silmeyeceksiniz, kaşınınca kaşımadan durmak… Kolay bir iş değil! Nedense Allah bana hiç «Ben niye buradayım, neden ben?» dedirtmedi. Allah, bana, “neden” ve “niçin” dedirtmedi, elhamdülillah!.. Bunları bana acımanız için, “vah vah” demeniz için de anlatmadım. Birileri yatacak! Birileri bana bakacak da elindeki Rabbimin verdiği nimetlerin farkına varıp şükredecek!
«Yâ Rabbi, beni yatırdın, ne olur birileri bana bakıp Sana şükretsin!.. Züleyha, Senin için bir şey yapamıyor, ama en azından Sana şükre vesile eyle!» diye duâ ederim.
Ablam bana, “Hayatın boyunca hep verdin.” dedi. Vermek o kadar güzel bir şey ki, en güzel duygu… Hep Allah için verelim.
Ben bu imtihan sayesinde çok ikrâmlara nâil oldum. Bir gün doktorum, dolapları üst üste koymuş.
“-Ne yapıyorsunuz?” diye sordum merakla…
“-Sen yatmaktan sıkılmışsındır, bu dolapların üstüne televizyon koyacağım.” dedi.
Ben de yattığım yerden onu seyredecekmişim.
“-Gerek yok.” dedim. “Gerçekten gerek yoktu da… Rabbimin bana sunduğu manzaralar karşısında hiçbir şeye gerek yoktu. Siz teslim olursanız, Allah size neler seyrettirir neler?! Züleyha, o ikram karşısında, neyi olsa verirdi. O manzaralar karşısında, dünyaları verseler, siz olsanız da aslâ kabul etmezsiniz. Rabbim, bizi bir terbiyeye soktu. Orada hakîkaten gerçek mânâda kulluğa hazırlandığıma inanıyorum. Orada aylarca, sadece tavana baktım. Zannettiler ki, orada sadece tavanı seyrettim. Yürekten söylüyorum, gönül eğer Rabbi ile birlikteyse, eğer O’nu anarak bir ömür geçiriyorsa, o herkese tavan gözüken yer; size inanılmaz manzaralar, inanılmaz güzellikler açar. Ben o tavanı, şimdi bulsam da öpsem… Allâh’ım! Ama bir defa değil, böyle aylarca, altı defa yaşadım bu olayı… Yani sekiz ay yattım da kurtuldum değil!
Burada neyi öğretti Rabbim; kuluna sabrı öğretti, onu terbiye etti. Ve verdiklerinin aslında ne kadar değerli olduğunu öğretti. Anladım ki, elimiz, ayağımız hakikaten çok değerliymiş.
Geçen de misafirlerimden bir kardeşimiz:
“-Bizim boğaz manzaraları görünen, güzel bir evimiz var. Biz bu evi size hediye etmek istiyoruz. Hem çok geniş, misafirlerinizi kolaylıkla ağırlarsınız!” dedi.
Ben:
“-Rabbim, Sen Züleyha’ya ne demek istiyorsun? Benim manzaralarım bitti mi demek istiyorsun. Artık cennetini göstermeyecek misin? Bunun için bana boğazı mı teklif ediyorsun?!” dedim. “Ben, Senden ayrılmak istemiyorum. Benim ne işim olur boğazla? Benim tek tercihim, Sensin. Benim cennetim Sensin, ey Rabbim!” dedim.
Bütün misafirler, gözyaşları içinde dinliyorlardı. Âmine’nin içinde de fırtınalar kopmuştu. Hem dinliyor, hem de kendi hâlinin muhasebesini yapıyor; gözyaşları sel gibi akıyordu. Haykırıp hıçkıra hıçkıra ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Bu sırada arkalardan bir ses:
“-Cennet nedir?” diye sordu.
Züleyha hanım ise, soruyu soruyla karşılık vermiş ve konuyu daha cazip hâle getirerek dikkatleri tekrar üzerine toplamıştı:
“-Cennet kimin olur, sizce? Cennete kim girebilir, hiç düşündünüz mü? Cennet hepimizin hakkı, değil mi? Neden cehennem de yorulmayı tercih edelim ki… Rabbimiz cennete girmemiz için ne yapmış? Rabbimiz o kadar merhametli ki... Cennete girmemiz için bir muhteşem kitap göndermiş; “şunları yaparsan cennete girersin, şunları yaparsan da cehenneme girersiniz!” demiş. Bununla da yetinmemiş; “Ben kullarımı çok seviyorum, onların bu kitabı, yaşayan canlı bir örneğe ihtiyaçları var!” deyip en sevdiğini göndermiş. O’nun hayatını okumanızı harâretle tavsiye ederim. Geçen birisi, “Peygamber Efendimizin hayatında çok savaş vardı.” diyor. Peygamberimizin hayatını sadece savaşlarla sınırlamak çok yanlış. Savaşlar, Onun hayatında zaman olarak da, hâdiseler olarak da çok sınırlı bir yer kaplıyor. O her gün ümmetinin başında, onların arasında… Muhtaçların, gariplerin hâmîsi, namazların, kulluk ve ibâdetlerin rehberi, cömertlerin cömerdi. O, her türlü güzel ahlâkın en güzel nümunesi… İnsanların en seçkini, Allâh’ın sevgilisi… Sonra, her devirde savaş yok mu, her devir de sevgi yok mu? Bundan sonra olmayacak mı? İnsan, nefis taşıyan bir varlık… Yeryüzünde hep iyiler olacak, kötüler olacak… Bunlar arasındaki mücadele devam edecek… Yine insan, kendi iç dünyasında da durmadan savaş yaşayacak… İyi duyguları ile kötü duyguları birbiri ile mücadele edip duracak… Eğer bir insan gibi yaşamak isterseniz, her ânınızda Peygamber Efendimizin hayatından yansımalar olsun!
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyanın var oluşundan yok olacağı zamana kadar bütün zamanlardan geçti, bütün zamanların içinden yürütüldü. Mîrac yolculuğunda Efendimiz, sadece mekânın içinde bir yolculuk yapmadı; bir de bütün zamanları gördü ve yaşadı yavrum… Bu ne demektir, düşünebiliyor musunuz? Bütün vakitleri görmüş; geçmiş-gelecek her zaman yaşatılmış. Mîraca çıkıp Rabbiyle görüşmüş. Biz, muhteşem bir peygambere sahibiz, elhamdülillah!
Bana yaşatılan buydu! Kitaplardan okudum desem yalan olur, kitabı tutacak elim yok!.. Birine tuttursam, her sayfayı çevirteceksin, gözlüm kayacak, “Düzelt!” diyeceksin, olmuyor. Kitap okuyamıyorum. Rabbim ne bildirir, ne gösterirse o…
Bu kadar ikram karşısında, Rabbim bizden ne bekler? Cennete hazırlık yapmamızı ister? Bir fikriniz var mı? Namaz kılın demek, bana çok ağır geliyor. Sanki bir mümine hakaret ediyormuşum gibi geliyor; “Müslümanım!” diyen birine, beş vakit ezan duyan birisine!..
“Ezan kime okunuyor?” diye sorsam; “Nineme, dedeme, arada annemle babama okunuyor.” mu deriz.
Müslümanım diyen birinin hayatında namaz olmaması çok acı bir durumdur. Kendinize merhamet etmez miyiz? Ay benim vaktim olmuyor; derslerim çok yoğun, işim çok!.. Vakit ayırdığımız şeylere baksak, neler vardır, neler?
Ben sizden bir hediye istesem, ama tek tek hepinizden, gerçekten benim çok ihtiyacım olan bir şey! Bana verir misiniz? Beni doyurmak ister misiniz, “Açım!” desem… Çok susasam, suyumu içirmek ister misiniz?”
Bu sırada Züleyha hanım, o kadar çok içten ağlıyordu. Gözyaşlarını ise Hatice öğretmen siliyor, ama akan gözyaşlarına bir türlü yetişemiyor gibiydi.
“-Yıkanacaklarım var, yıkar mısınız? Ben bunları ebedî hayatta istesem… Bunu günde beş defa istesem, bana verir misiniz? Ebedi hayatta günahlarımın affı için sizin gibi gencecik nefeslere o kadar ihtiyacım var ki… Siz kazanacaksınız, ama bu arada ben de kazanacağım. Benim de kurtuluşuma aracılık eder misiniz? Ben bu sözümü aldığımı hissediyorum. Gözyaşlarınız bunu gösteriyor.” dedi ağlayarak…
Onu dinleyen genç kızlar da anlaşılan, Âmine gibi alacalı kılıyordu namazlarını…
“-Namaz kılanlardan bir şey isteyeceğim. Bu dünyadaki tek hasretim ne biliyor musunuz? Nefsimin en zorlandığı yer; secde edememek… Çocuklar, siz namaz kıldığınızda hani alnınız secdeye varacak ya… Siz alnınızı, o secdeye vardırdığınız zaman, «Yâ Rabbi, bu Züleyha teyzemin de alnı olsun.» deyin, olur mu? Benim ulaşamadığıma, sizin ulaşmanız o kadar kolay ki!.. Şimdi size yalvarıyorum yavrularım, bu zevkten mahrum kalmayın! «Yâ Rabbi, Sana şikâyet maksadı ile söylemiyorum, beni affet, benim ki sadece özlem…»
Ne kendi elimle yemek yemek, ne dolaşmak, hoplamak, zıplamak… Ama yâ Rabbi, o secde sevdâsı ve kavuşma hasreti hiç bitmiyor.
Bana bir şey olmaz demeyin. Ben de sizin yaşınızdaydım; tam on yedi yaşında… Hayatta her şey olabilir. Birinin hayal kurduğu şey, elinizde ve onu kullanmıyorsunuz; ne kadar acı bir durum, değil mi?! Rabbim, Seni o kadar seviyorum ki, bunları şikâyet sanma!”
Züleyha hanım, yine damla damla gözyaşı dökmeye devam ediyordu. Hem ağlıyor, hem ağlatıyor, hem de anlatıyordu:
“-Geçende bir rüya gördüm; iyiki rüya diye bir şey var, yoksa nasıl görürdük o âlemleri.. Öyle bir yerdeyim ki, -gerçi yer demek de yanlış olur, mekân diye bir şey yok-Rabbimin önündeymişim. Sağıma bakıyorum tanıdıklar, soluma bakıyorum tanıdıklar… O kadar çok büyük bir kalabalık var ki, orada hep beraber, o kadar güzel bir namaz kılıyorduk. Namazdan huzur alıyorduk. Öyle ki, bu duygu, zevkle namaz kılınca çok mutlu oluruz ya, işte o duyguydu. Gerçekten kimin önünde durduğumuzu bilirsek, o tadı alırız inşallah…”
Bütün kızlar, orada âdeta Allâh’a namaz için Züleyha hanımı şâhit kılarak söz vermişlerdi. Herkes devam edip giden bu tatlı sohbetle beraber bambaşka âlemlere gidip gelmişti.
Züleyha hanım:
“Aay çok ağladık, biraz da gülelim…” deyince sessizliği bozan hıçkırık seslerini, kısa bir müddet sonra genç kızların gülüşmeleri aldı. İçlerinden birisi:
“-Ablacığım, biz sizi çok sevdik; başka zaman yine ziyaretinize gelebilir miyiz?” diye sordu. Züleyha Hanım da:
“-Tabiî, yavrularım. İstediğiniz zaman gelebilirsiniz.” diye cevap verdi.
Diğeri:
“-Ablacığım, hep beraber fotoğraf çekilebilir miyiz?” deyince ortam iyice ısındı.
Birlikte o güzel günü, fotoğraflarla hayat defterlerinin hâtıra bölümüne kaydetmiş olmanın sevinci ile vedalaşıp oradan ayrıldılar. İçeride Âmine ile Sâcide Hocahanım kalmıştı sadece…
Züleyha hanım, Âmine’ye:
“-Kızım, sen de çok ağladın, senin ne derdin var?” deyince Âmine boğazına kadar düğümlenen hıçkırıklara daha fazla hâkim olmadı. Hıçkıra hıçkıra sadece ağladı. Züleyha hanım ise:
“-Ağla kızım, ağla. Gözyaşı ilaçtır. Ağla kızım, gözyaşı rahmettir. Gözyaşı affolunmanın ümididir. Gözyaşı hürriyettir. Gözyaşı şifadır.” diyordu.
Sonra ses tonunu değiştirdi ve Âmine’ye şöyle dedi:
“-Güzel kızım… Her insan, hayatının belli dönemlerinde kendini köşeye sıkıştıran, âciz bırakan büyük hâdiselerle karşılaşır. İnsanların çoğu böyle dönemlerde ve bu büyük olaylar karşısında kolayı seçer: Allâh’a ve hâdiselere isyan etmeyi… Asıl zor olan ve gerçek akıl sahiplerinin yaptığı ise, bu olaylardan ders çıkarmak ve hayatını yeniden ve daha güzele doğru programlamaktır. Gördüğüm kadarıyla sen de çok çileler çekmişe benziyorsun. Ama merak etme, bunların hepsi geçer. Çünkü bu hayatta hiçbir şey ebedî değildir. Sonsuzluk, Allâh’a mahsustur. Sen bu dert ve tasalar geçip gittikten sonra sen de neyi bıraktılar, asıl sen ona bak!..”
Âmine, kuruyan boğazına rağmen kesik kesik konuşarak:
“-Züleyha abla… Aslında ben, başıma gelen dert ve sıkıntılardan çok boşa geçen hayatıma yanıyorum. Çocukluğum, gençliğim boş yere geçip gitmiş. En samimi arkadaşım ölünce, ölüm gerçeğini hatırladım. Hayatın gerçeğiyle işte o zaman yüzleşmeye başladım. Sonra Allah, karşıma Sâcide Ablamı çıkardı. O, benim elimden tuttu, en bâdireli dönemlerimde beni yalnız bırakmadı. Tek başıma, o amansız belalarla mücadele etmek zorunda kalmadım. Bir taraftan nefsim, bir taraftan çevrem, bir taraftan eski alışkanlıklarım ve geçmişim beni kendine dâvet ederken hep Sâcide Ablamdan güç aldım, onun öğrettikleri ile kendimde cesaret ve güven buldum. Şimdi de Rabbim, sizi bana lutfetti. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Eğer müsaadeniz olursa, ben de sizin hizmetkârlarınızdan biri olayım.” dedi.
“-Estağfirullah kızım. Benim ne hizmetim olacak ki… Ne zaman istersen buyur gel. Ne kadar istersen o kadar kal. Ama sen benim değil, Allâh’ın hizmetinde olmaya çalış. O zaman sen de, ben de daha mutlu oluruz.”
(Devam edecek)
YORUMLAR