“-İnsanın kendisi için verdiği imtihan mı daha zordur, evlâdı için verdiği imtihan mı?” diye sorulsa, herkes çekinmeden; evlâdı ile ilgili olan imtihanın daha ağır olduğunu söyler. Evlat, canımızın en önemli bir parçasıdır çünkü…
İlçemdeki câmilerden birinde, vaazımın bitmesine az bir zaman kala, câmi cemaatimden emekli öğretmen olan bir hanım, konuşmak için izin istedi. Diğer hanımlar da meraklı gözlerle olayı takip ediyorlardı. Hemen son cümlelerimi söyleyip, sözü öğretmen hanıma bıraktım. Ayağa kalktı ve sözüne şöyle başladı:
“-Hayatta en büyük imtihanlarım, çok sevdiklerim ile olmuştur. Birinci imtihanım babam ile, ikinci imtihanım eşim ile, ama en ağırı ise, oğlum ile geçirdiğim imtihan olmuştur. İlk ikisini anlatmaktan çok, oğlum ile ilgili olan husustan sizlere bahsetmek istiyorum. Oğlum, çok başarılı bir çocuk olup değerli bir üniversiteyi zorlanmadan kazandı. Her şey yolunda gittiği için pek memnundum. Tâ ki oğlumun bir eroin kullanıcısı olduğunu öğrendiğim güne kadar... Gerek eşimin sıkıntısı, gerek babamın sıkıntısı bir anda kalbimden yok oldu gitti, dünya üstüme yıkıldı. Büyük bir çaresizlik ve evladımı kaybetme korkusu ile bu konuda ne yapabileceğimin telâşına düştüm. Narkotik Şube Müdürlüğü’nden, sivil toplum örgütlerinden, bağımlılıkla mücâdele eden her yerden bilgiler edindim, destekler aldım. Bu iş, aslâ tek başına halledilemez. Bu hususta kurulan dernekler var. Gençliğin, mutlu nesillerin kaygısını çeken insanlar, oralarda gönüllü çalışıyorlar. Sizin içinizden evlâdı bağımlı olan varsa, lütfen benimle görüşsün. Onunla «Damdan düşen derdimi anlar.» misâli, can u gönülden ilgilenirim.” diyerek konuşmasını bitirdi.
Hanımlar:
“-Allah râzı olsun.”
“-Allah yardımcınız olsun.”
“-Bu nasıl bir dernekmiş, biz de gönüllü olarak çalışabilir miyiz?”
“-Kardeşim! Komşumun oğlu bağımlı, beraber gitsek onunla konuşabilir misiniz?” gibi sözlü karşılıklarla konuşma devam etti.
Bir başka hanım söz alıp, komşusunun oğlunun para vermedikleri zaman anne ve babasını nasıl dövdüğünü anlattı.
“-Aman Allâh’ım sen koru bizleri!..”
“-Ay! Allah korusun.”
“-Allah yardım etsin.” duâları yükseldi, hanımlardan…
Konuşmanın belki de en önemli tarafı, kötü alışkanlıklara gençlerin aslâ kendi başlarına başlamadıkları idi. Her kötü alışkanlığa, ancak bir arkadaş tavsiyesi ile başlanılıyordu. İçkiye başlayanlar, bir arkadaş oturmasında, arkadaşlarının:
“-Bir yudum içsen kıyâmet mi kopacak?!”
“-Hadi! Sıkma kendini, sen genç adamsın, tabiî ki içeceksin.”
“-Bir yudum iç bak, hiçbir sıkıntın kalmayacak.” telkinleri ile başlıyorlardı ve devamı da geliyordu.
Gayr-i meşrû ilişkilere de aynı şekilde arkadaş telkini ve “Bir kerecikten bir şey olmaz!” tavsiyesi ile başlanıyordu. Sigaraya başlamak da öyle… Kötü bir fiili, kişi tek başına değil, arkadaşları ile birlikte yapıyordu.
“-Aman!” diyordu öğretmen hanım, “Çocuklarınızın arkadaşlarına dikkat edin!..”
Gurbette üniversitelerde çocukları okuyan hanımlar epey endişelendiler. O âileler ise, çocukları için onların kaldıkları yurtları, vakıfları, dernekleri, evleri iyi belirleyebilirlerdi. Güvenilir yerlerde, dînî hassasiyeti olan yerlerde kalmalarını sağlayabilirlerdi.
Aklıma, bitiremeyip, başörtüsü yasağından atıldığım Hacettepe Üniversitesi’ne kaydolduğum gün geldi. Kayıt işlemleri bitmiş, öğle namazını kılmak için kampüsün içinde mescid arıyorduk. Tıp fakültesinden başını çok hoş bir şekilde kapatmış bir kız çıkıverdi. Yaklaşıp sorduk mescidin yerini… Bizi kendisi götürdü mescide kadar. Ve bana dönüp:
“-Biz, güne üniversitede mescidde başlarız, mescidde bitiririz. Sınıflarımıza gitmeden ilk mescide uğrar, öğle vakti mutlaka mescidde bulunur, evlerimize gitmeden de mescide geliriz. Seninle de mescidde görüşürüz tekrar inşâllaâh.” deyip ayrıldı.
İnsan, kaydolduğu bir fakültede ilk günlerde yalnızlık, acemilik çekiyor ve kendine ilk sıcak davranan kişinin peşine takılıyor. Kişi gülen yüzün, sıcak ilginin muhtacı... Hele de yepyeni başlangıçlarda… O arkadaşın tavsiyesi, bana ilaç gibi gelmişti. Bir haftanın içinde kendi fakültemdeki dindar kızları, diğer fakültelerdeki dindar kızları, hemşehrilerimi, okulun nasıl bir okul olduğunu, velhâsıl her şeyi öğrenivermiştim. Sınıfımızda hemen herkes, birkaç ayın içinde kulüplere, gruplara bölünmüştü bile… Herkes kendini güvende hissettiği bir saf belirleyivermişti. Bugün bile o arkadaşıma duâ ederim ve onu karşıma çıkaran Rabbime hamd ederim.
Çok iyi öğrenmiştim ki, “Gençlik, boşluk kabul etmez!” ve “İyilerin bıraktığı boşlukları, kötüler doldurur.” Gençler, tek başınalığı kaldıramazlar ve onlar için çoğunlukla hayatta en önemli şey, arkadaşlarıdır. Biz o arkadaşlarımızla yakın bir zamanda inşâ edilmiş olan Kocatepe Câmii’ndeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konferans salonuna çok kez panel, konferans dinlemeye gitmiştik. Ulvi Alacakaptanların, Hasan Nail Canatların, İbrahim Sadrilerin tiyatro oyunlarını seyretmeye arkadaşlarımızla giderdik. Dinlediğimiz ezgi kasetleri, “Hudeybiye”, “Tevbe”, “Mûte Destanı”, “Hicret” gibi marşlarla dolu o tiyatral muhtevâlı kasetleri hep arkadaşlarımızdan görüp, onların tavsiyeleri ile edinmiştik, dinlemiştik. Birimizde gördüğümüz bir şey, sonradan hepimizin ilgi sahasına girerdi. Hâlâ ezbere bilirim, o yılların ezgilerini ve marşlarını... Şu an düşünüyorum da karakterlerimiz, ilgi sahalarımız hep arkadaşlarımız arasında net çizgilere kavuşmuş. Boşuna söylememiş Peygamber Efendimiz:
“Kişi, arkadaşının dini üzerindedir.” diye…
Haber programlarında seyrettik hepimiz; evlâdı bağımlılık tedâvisi olmak istemeyip de, yol ortasında uyuşturucu komasına girdiğinde bir annenin nasıl feryad ettiğini...
“-Ne olur, evlâdımı kurtarın! Sizden başka hiçbir şey istemem!..” diye feryat ediyordu, eşi tarafından terk edilen, çocuklarını okutmak için kâğıt toplayıcılığı yapan anne…
Altı yıl kadar önce müftülüğümüze fetvâ sormak için bir hanım gelmişti. Müftü bey beni de çağırdı yanlarına… 75 yaşlarındaki hanım, ağlayarak anlatıyordu:
“-Doğduğu gün bayram ettim, baklava dağıttım konu komşuya, inanın evlâdım öldüğü gün de aynı şeyi yapacağım.”
Kabataş Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirip, İstanbul Hukuk’u kazanmış oğlu. Fakülteden sonra avukat arkadaşları ile gece âlemlerine katıla katıla içkiye müptelâ olmuş, çalışmayı bırakmış, evlenmemiş, evde ne var ne yok satmış, annesine çok eziyet ediyormuş.
Bir evvelki gece, yine içmiş, sarhoşluğun etkisi ile apartmanın merdivenlerinden yuvarlanıp, başını yarmış. Gecenin bir yarısı, yaşlı kadın komşularını çağırıp yardım istemiş.
Ağlıyordu:
“-Utanıyorum, sıkıntı, sadece bizim olsa neyse, içtiği zaman bütün apartmanı rahatsız ediyor, bağırıyor, merdivenlere kusuyor, insanlar bizden rahatsız oluyorlar. Ben saygıdeğer bir âilenin tek kızı idim. Ben bunlara alışamadım.” diye gözyaşı döküyordu.
Yetkili yerleri öğrenmek ve yardımcı olmak için söz verip, teyzenin telefon numarasını alarak onu uğurladıktan sonra sessizliğe gömülüvermiştik.
O gün şunları düşünmüştüm:
“-Böyle şeyler benim başıma gelmez!..” deme lüksümüz yok.
Allah, bizleri böyle imtihanlarla terbiye etmesin. Bu durum, kişinin kendisini müstağnî göreceği, dokunulmaz göreceği bir durum değil. İnsanın olduğu her yerde imtihanların ardı arkası kesilmez. Sadece uyanıklık yetmese gerek. Duâ da gerek. Anne ve babaların, Allâh’ın yardımına herkesten çok ihtiyaçları var. Çünkü onlar, sadece kendilerinden değil, evlâtlarından, güttükleri sürüden de mes’ûller…
Evlâdını aşırı dozda uyuşturucuya kurban veren bir annenin feryadını yazıyor bugün[1] gazeteler...
İstanbul Narkotik Şube müdürlüğünün “Hedef Sensin, Madde kullanımına Hayır” adlı sosyal sorumluluk projesi için yaşanmış hikâyelerin anlatıldığı serinin ilkini, “Begüm” isimli kızının ismi ile adlandırdığı, kızını nasıl uyuşturucuya kurban verdiğini anlatan bir annenin kitabı oluşturuyor. Acılı anne, hikâyesine şu îkazlarda bulunarak başlıyor:
“Uyuşturucu madde kullandığını öğrendiğiniz arkadaşlarınıza sakın kendi başınıza yardım etmeye çalışmayın. Onu arkadaşınız olarak kabul etmezseniz, daha çok yardım etmiş olursunuz. Eğer çok sevdiğiniz bir arkadaşınız, uyuşturucu kullanıyorsa, o arkadaşınızı bir gün mezarlıkta ziyaret etmemek için yapmanız gereken şey, âilesine bildirmektir.”
Acılı annenin şu sözleri çok önemli:
“-Eroin bağımlılığının ilk adımı «arkadaş kıyağı»dır.”
Bu söz, çok etkileyici…
Bir kötülük gördüğümüz zaman onu önce elimizle, sonra dilimizle değiştirmeye çalışmamız gerektiğini, ikisini de yapamıyorsak o kötülüğe kalben buğzetmemiz gerektiğini söyleyen bir Peygamberin ümmeti olmak, bizi sıcak evimizde, dünyadan habersiz, kendi hâlimizde oturmaktan uzak tutmalı. Kötülük kol geziyorsa bir memlekette, “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın!..” hesabı yapılamaz.
Gayret gerekli, sivil toplum kuruluşlarında, bu tip vakıflarda gönüllü olarak çalışılmalı ki, Allâh’a hesabımızı kolay verebilelim.
“-Benim hiçbir şeyden haberim yoktu!” deme lüksümüz yok çünkü.
Anne ve babaların duâları da evlatları için çok elzem... İbretlik bir hâdise yaşayan bir arkadaşım anlatmıştı bana da çok etkilenmiştim.
Arkadaşımın oğlu, iki arkadaşı ile birlikte hafta sonunda İstanbul’un gece hayatının en hızlı olduğu semtlerinden birinin, gayr-i meşrû barlarından birine sırf meraktan gitmeye karar verirler. Üçü de âilesine yalan söyler:
“-Arkadaş oturmasına gideceğiz, en geç gece 12’de evde oluruz.”
Bir tanesi de kolay gidip gelelim diye babasının arabasını alır ve ekip tamamlanır. Bu arkadaşımın oğlu da hazırlanmış. Tam arkadaşları zili çaldıkları esnada kapıyı açacaktır ki; ayağı halıya dolanır ve pek kötü bir düşüşle bacağını kırar.
Delikanlılar, durumu görür ve hemen kulübe gitmekten vazgeçerler ve arkadaşlarını hastaneye götürürler. Bir yandan da delikanlıya kızıyorlardı:
“-Tam da düşecek zamanı buldun, dikkat etsene gözünün önüne, bizi de yaktın.”
Arkadaşları:
“-Sen bizi yaktın!” diye dursunlar, ertesi günü gazetelerde bir haber! Tam da bunların gidecekleri kulübe, gece Narkotik Şubesi baskın düzenlemiş, kulüpte uyuşturucu bulunmuş ve herkesi emniyete götürmüşler.
Hanımın oğlu, âilesine anlatmış olayın iç yüzünü ve kendilerinin o büyük olaydan bu ayak kırılması ile nasıl kurtulduklarını.
Hanım:
“-Yalan söyleyip o kulübe gideceğine mi yanayım, yoksa ayağı kırıldığı için üç ay ne çektiğimize mi yanayım?! Babası ile birlikte bunlara tabiî ki kızdık. Ama Allâh’ın evlatlarımızı koruduğunu görüp şükür secdeleri yaptık üç âile birlikte… Çok hamd ettik, sadakalar verdik. Başımıza gelen bu hâdise, Allâh’ın muradını görmekle bizleri huzura sevk etti.”
* * *
Üniversitede okurken dinlediğim konferanslardan birinde bir hocaefendi bizlere şöyle söylemişti:
“-Ben kendimi bildim bileli okuduğum bir duâ âyeti vardır. Babacığım öğretmişti, bu âyeti bana... Her sabah bu duâyı okuyarak dışarı çıkmamı sıkı sıkı tembihlemişti. Ortaokula gittiğim yıllarda pek bilmeden, ama devamlı yaptığım bu duâya daha sonra mânâsını öğrenip şuurlu bir şekilde devam etmiştim. Hâlâ da bırakmam, devam ederim:
“Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize tarafından bir rahmet ihsan eyle! Şüphesiz ki vehhâb olan, ancak Sen’sin.” (Âl-i İmran, 8)
Bu duâ âyetini çok sevmiştim. Rabbim dilimizden düşürmemeyi nasip eylesin. İşler, dönüp dolaşır Allâh’ı bulur çünkü…
[1] Zaman Gazetesi, 20 Mayıs 2010, “Eroinden ölen kızının hikâyesini yazdı.”
YORUMLAR