Bazen bilemez insan, ne yazsa ne söylese…
Bazen yalnızca susmak iyi gelir, nedense…
Mektubuma başlamadan evvel, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Uzun zamandır hâlleşemedik; lâkin kapalı devre çalışınca da akım başladı ve nice ışık yandı. Doğrusu, bu durum fıtratıma pek uydu. Kalabalıklardan, koşuşturmalardan çok yorulmuştum.
Evime çekilince, biraz dinlendim; lâkin elbette boş oturmak olmazdı ve bu sebeple, evdeyken yapabileceğim hizmetleri keşfedip harekete geçtim. E yaşımız da ilerledi ya hani, ana-babamıza iyilik etmenin, dedik, tam demi… Bu düşünceyle, birtakım hedefler belirleyip yeni meşgûliyetler bulunca, bir aklım dedi ki, “Ne gerek var bunca telâşa?!” Diğer aklım dedi ki, “En güzelini yapıyorsun, hay sen çok yaşa!”
Akıllarım kendi kendine konuşadursun, ben, kalbimde civarıma rahmet olmak niyeti ve duâsıyla, tatlı bir heyecan içinde, bir mekân oluşturmak için çalışıyorum. Her ay yapmam gereken yüklü ödemelerin üstesinden gelmek için, iş üzerine iş üretip helâlinden ve temizinden para kazanmam îcâb ettiğinden, bildiğim ne varsa ortaya koyuyorum. Bu sırada daraldıkça genişlemeyi, bunaldıkça ferahlamayı, verdikçe almayı tecrübe ediyorum.
Sayısız şükürler olsun ki sıkılmaya, vesvese yapmaya, boş boş oturmaya, aylak aylak dolaşmaya ve lak lak konuşmaya vaktim olmuyor. Diğer yandan, bazen o kadar çok yoruluyorum ki, ellerim, ayaklarım ağrıyor. Erkenden kalkmaya çalışırken, bazen zorumdan ağlıyorum. Bütün bu olup bitenlere en çok, sebep olduğu tefekkürden ötürü seviniyorum. Aklıma, geceleri ayakları şişene kadar namaz kılan Rasûlullah -aleyhisselâm- geliyor. Demek ki, diyorum, hedefe aşkla odaklanınca, sabahın nasıl geldiğini işte böyle, anlamayabiliyor insan… Bugün, çalışırken tecrübe ettiğim o hâli, yarın namaz kılarken de yaşamayı büyük bir şevkle arzu ediyorum. Bir işe dalıp vakti unutmakla ilgili istîdâdım olduğunu görmek, bir gün namaza da aynı şekilde dalabileceğime dâir umut veriyor bana, seviniyorum.
Bazen derin bir sükûta bürünmek istiyor gönlüm; fakat konuşmam gerekirken susup da vebâl yüklenmeyeyim diye, tebliğ mes’ûliyetim gereği, birtakım tespitlerimi programlarla ve yazılarla dile getirmeyi deniyorum.
Maddî varlığımı, mânevî hayatım lehine hareket ettirmeye çabalarken, zaman zaman başarılarım sebebiyle kendime taçlar takıyor, zaman zaman saçmalıklarımdan ötürü kendime terlik fırlatıyorum. An geliyor, okkalı nâkıslığımı fark edip tamamlanmak için uğraşıyorum. Öğrenmenin, daha iyi ve daha saf olmanın peşinde koşarken:
“-Yâhu”, diyorum, “Geldin elli yaşına, hâlâ söz geçiremedin şu gâfil başına!”
Sorgulamaktan yorgun düştüğümde, sağdan soldan sokulup umutlarımı çürütmeye çalışıyor şeytan... Onu böyle görünce, eûzü besmelemi çekiyor ve bana hayrı hatırlatacak olan sesleri dinleyerek kendime geliyorum.
Seherlerde uyanmaya, zamanımı verimli kullanmaya, maddede ve mânâda daha iyi bir noktaya varmaya çalışırken, ara ara geriye sarıp kederleniyorum. Neyse ki kıdemli bir şoför olarak, hızla yol almaktayken dikiz aynalarına yalnızca bir anlığına bakabileceğimi biliyor ve hızla toparlanıp tekrar yola odaklanıyorum. Bazen sol şeritte hızla, bazen orta şeritte âheste, bazen en sağ şeritte etrafı seyrede seyrede gidiyor, bu çeşitlilikten lezzet alıyorum. Başından sonu, sonundan da başı seçilemeyen sırlı hayat yolunda; düşmek, kalkmak, gülmek, ağlamak, hatırlamak, unutmak, aramak, bulmak gibi nice fiili tecrübe ederek yaşamaya alışıyormuş gibi görünürken, yok yok, aslında ölüme hazırlanıyorum.
Ömrümün en huzurlu demlerindeyim desem, yeridir. Mürşidimin sessiz ve şefkatli irşâdına, anamla babamın mutlu ve içli duâsı eklenince, pek güzel oldu. Senelerdir niyetlenip hayalini kurduğum şeye kavuşmama, sanki az kaldı. Kalbimi merhametle doldurarak beni ihtiyar ana-babama hizmete hazırlayan Allâh’a şükrediyor, bu vesîleyle sanki tekrar dirilip tazeleniyorum.
İddialardan kurtulur gibi olduğum, her işin benim de başıma gelebileceğini kavradığım günden beri daha sâkinim; lâkin kendimle uzun uzun baş başa kalınca fark ettim ki, yapmaya çalıştığım iyilikleri biraz, lüzûmundan fazla önemsemişim ve bu hâlim, o iyiliklere katılmayan ve destek olmayan kimselere kırılmama yol açmış. Hiç insan kendi eliyle kendi bacağını kırar mı?! Benimki tastamam buna benzemiş. Vaziyeti kendimce çözdüğümden beri, kalbim sanki daha geniş…
Artık hırslı ve iddialı değil; lâkin gayretli ve ümitliyim. Kendime şunu telkin ediyorum: “Odağında çare olmayanın, otağında sâye olmaz. Öyleyse, karşına bir problem çıkınca sızlanma da çözüm bulmanın derdine düş.”
Bu sırada seyirlerim oluyor tabiî... Meselâ, bence insanlar bir garip... İyi şeyler olsun istiyorlar; fakat yapılan iyi işleri takip etmiyorlar. İyilik yapmak istiyorlar; fakat ellerine fırsat verildiğinde sebat etmiyorlar. Maddî-mânevî kazanmak istiyorlar; fakat fedâ etmek ve yorulmak istemiyorlar. İşte böyle, tuhaf bir şekilde kendileriyle çelişiyorlar.
Beni soracak olursan, âhir zamanın rahmet kılıklı zahmetleri altında ezilip kalmamak için savaşan bir asker gibiyim. Kendimi bazen fiyatı değerinden yüksek şeyler görmekten bezmiş bir müşteriye, bazen de kıymeti fiyatından yüksek şeyler ortaya koymaya çalışan bir tüccara benzetiyorum. Hak’ta kaybolmaya çok muhtaç bir fakir de sayılabilirim. Ok gibiyim sonra... Birçoklarının engel, problem, dert dediği şeylere ben, kısaca “Yay” diyorum. Kudret eli yayımı gerdiği vakit, yeni bir seferin başlayacağını anlıyor, en kısa ve temiz yoldan ulaşmak niyetiyle, her defasında daha büyük bir gayret ve şevkle, yalnızca hedefime yürüyorum.
Bana göre hayatta olmak, îmanla, tefekkürle, hizmetle, ibadetle ve şükürle canlı kalmak demektir. Dolayısıyla, nefes aldığımı ancak, varlığımla dünyaya huzur, sevinç ve uyanıklık katabildiğim sürece hissedebiliyorum. Öğüt veren değil, örnek gösterilen biri olmayı benimsiyorum. Seyretmekten ziyâde, seyredilecek iyi işler yapmayı önemsiyorum. Yine de illâ ki bir şeyler söylüyorum. Geçenlerde şunu dedim meselâ:
“Yakınlığına da uzaklığına da dayanamadığın şey, ateş gibidir. Yerli-yersiz körükleme ki, temelli sönmesin.”
Sonra düşündüm: Yalnızca ateş değil, karanfil de bal da aşk da yakıcı. Sonra bir başka gün şunu söyledim:
“Akıl ve mantıkla hikmeti kavramaya çalışmak, küçücük bir kahve fincanına deryayı sığdırmaya uğraşmak gibidir.”
İnsanların konuşa konuşa değil de yazışa yazışa anlaşmaya çalıştığı şu devirde, bazen bilemiyor insan, ne yazsa ne söylese... Bazen yalnızca susmak iyi geliyor, nedense… O hâlde ben de hakka, hayra, mâsûma, usûle, edebe, ahlâka, çiçeğe, ağaca, dağa, taşa, denize, göğe, toprağa, suya, hâsılı dünyanın huzur ve sükûnuna, eli, dili, sükûtu, faaliyeti, icraatı, düşüncesi ve eserleriyle katkı sağlayan bütün kıymetli ve vasıflı insanlara teşekkür ederek sözü kesip sükûtuma geri döneyim.
Mektubuma son verirken, en az “vuslatta hasret” kadar tatlı olan şu “hasrette vuslat” için Allâh’a şükrediyor, hürmet ve meveddetle duâ talep ediyorum.
Ölmez isek burada, ölür isek orada görüşmek dileğiyle… Hoşça kalın.
YORUMLAR