Beni Göynümün İstediği Yere Gömün

Kara gün dostu imiş Fâtih’in Akşemsüddîni Ki yüzünden lemeân etti anın feth-i mübîn Nusret-i çeşm-i hakikatle görüp verdi haber Böyle herkârın uzaktan görür erbab-ı yakîn

Arz seyrine devam ettikçe yaşanan her bir dakika ve saniye, mâzi olur geride. Mâzîler büyüyerek bir tarih olur sonra. Tarihi bize sunan, yaşandığı mekânlar; mekânları değerli kılan ise tarihi satırlarda yaşayan insanlardır. Hayata ırmak olmuş kimseler ise satırların yazdığı, mekânın değeri o nisbette artar.

Böylesi bir güzelliğe Göynük’te şâhid olmuş gözlerimiz. Beklenmedik bir sürprizle gelmiştik Göynük’e. Bir hafta sonu, Adapazarı’ndaki dostlarımız bizi Taraklı’ya davet ettiler. Uzun zaman sonra dostlara kavuşmak ve yeni bir yer tanımak heyecanıyla yola koyulduk. Küçük, ama sıcak ve samimi yüreklerin attığı bir yer Taraklı. Misafir olduğumuz evin sahipleriyle yeni tanışmış olmamıza rağmen, hemen ülfet ettik. İçtenlik ve samimiyetleriyle bizi, âdeta cennet sofralarında ağırladılar. En büyük ikramları ise hazırladıkları sürpriz gezi olmuştu. Böylelikle tanıştık Göynük’le ve gönül dolusu hâtıralar bırakan mânevî şahsiyetiyle…

Her köşesi ecdadımızdan izler taşıyan Göynük, Bolu ve çevresi Orhangazi’nin kumandanı Konur Alp tarafından fethedildikten sonra bir Osmanlı beldesi olmuş. Göynük’de gözümüzü ne yana çevirsek, tarihi bir sır gibi saklayan evleriyle kuşatılıyorduk. Dükkanları dahî tarihî binaların içinde yer alıyor. Turistik bir belde olmasına rağmen etrafta hiç kimseyi göremiyorduk. Öyle bir mekân ki, sırrı güzelliğinde, güzelliği sırrında gizli. Sanki her kapıdan yüzlerce yıl önce yaşamış ev sahipleri çıkacakmış gibi… İşte Emine hanım sabah namazından sonra hiç yummadığı gözleriyle, tandırın başında, Ahmed beye hayırlı sabahlar diliyor. Ahmed bey de mis gibi ekmek kokularını içine çekerek “ellerine sağlık hanım” diyor. Az ileride al yazmalı bbir genç kız, elinde gümüş bakracıyla çeşmeye su almaya iniyor. Servise çağıran ses, gitmemiz gerektiğini hatırlatsa da bu hayallerden bir türlü kopamıyorduk. Göynük’te gizem bizi öyle sarmıştı.

Şimdi ilerlediğimiz yer Göynük’ün gözbebeği, tarihin kilometre taşlarından bir âbide… Sokaklar hâlâ bomboş. Ama ileride özel arabalar ve servisler içinde insanları görüyoruz. Bu tablo Göynük’ün tarihi seyrini hiç bozmuyor. Çünkü onlar da tarihin içine akıyor. Burası, Göynük’ü evlerinden ziyâdesiyle câzip kılan; kıymetinin, kendisiyle büyüdüğü bir velî kabri… “Beni göynümün istediği yere gömün.” sözüyle buraya ismini veren Akşemseddin Hazretleri.       

Taş sütunlarla çevrili küçücük bir türbe karşımızdaki. Öyle etkiliyor ki bizi, şunlar dökülüyor gönlümüzden:

 “−Bu tevâzûnun içinde ne kadar vakur duruyorsun ey velî! Ebedîlik fışkıran ruhun taşlara sirâyet etmiş de bakanın gönlüne yumuşacık dokunuyor. Şehâdetin ölümsüzlüğünü taşıyan canlı Uhud gibi, kaskatı sineleri dahî titreten Çanakkale’deki taş-toprak gibi!..

Küçük türbesinde çok şeyler konuşuyor Akşemseddin Hazretleri. Konuştukça gönülde sızı oluyor.

Ölümü öldürenlere selâm olsun der gibi duruyorsun ey aziz! Kabrinin önünde akıp giden şu su seli gibi gönlümüzden akıp geçti ruh çağlayanın! Su serinletir, ama senin huzur bahşeden ruhun kor oldu içimizde. Ruhunun izzetinin büyüklüğü karşısında hatalarla yüklü hayatımızı ellerimize aldık kara bir defter gibi. Sonra muhâsebeye başladık. Sadaka-i câriyen olan fethin, Fâtih’inin İstanbul’unda yaşayan bizler, ufaldıkça ufaldık yüz karalığımızla... Ruhâniyetin ne kadar büyük ki, tesir etti bizlere ey aziz!

* * *

 “Allah’ın kendisine nimet verdiklerinden” (Nisa 69) “imanının bedelini ödeyenler” kervanından bir velî, Akşemseddin Hazretleri…

Hayata pusula olmuş diğer büyük insanlar gibi, Akşemseddin Hazretleri de küçük yaşlarda eğitime başladı. Yedi yaşında Kur’ân hıfzını tamamladı. Dînî ilimler gibi tıp ilminde de derinleşti. Öyle ki, mikrobu ilk bulan ilim adamı Akşamseddin hazretleridir. Medeniyetin Batı’dan yükseldiği iddia edilse de, aslında medeniyet, kâinât tevhid nazarıyla okuyanların ilmiyle yükselmiştir.

Akşemseddin’in hayatında kitapların büyük yeri vardı. Okudukça susuzluğu artıyor, kitaplardaki ilmin kifâyet etmediğini ikrar ediyordu. Sonunda gönlündeki murâdı tamama erdirmek için bir mürşid arayışıyla yollara düştü. Bu arayış onu Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin eşiğine getirdi. Akşemseddin, Hazret’i halk arasında dilenirken görünce muradına erdirecek kişinin bu zât olamayacağını düşündü. Ne de olsa hâlâ ilim kisvesini taşıyor, nazarları sebeplerin ötesine uzanamıyordu. Böylece bir yanılgıyla Halep’e geri döndü.

Hâli, hâlimize ne kadar benziyor. Küçücük akıl kâsemize bakıp deryâ zannederiz. Bulanıklığında gördüklerimizi de hakikat bilip aldanırız.

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddin’in de rüyasında gördüğü gibi, mânevî zincirleri boynuna dolayıp, Halep’ten Ankara’ya kadar çekti. Çünkü fethin fâtihini yetiştirecek Akşemseddin hazretleri; Akşemseddin’i yetiştirecek olan da Hacı Bayram Velî Hazretleri idi. Şimdi Akşemseddin kınadığı zâtın yanıbaşında bir nazarını almak için yanıp tutuşuyordu. Hacı Bayram, Akşemseddin’in gelişi ile hiç ilgilenmedi. Müridleriyle beraber oturduğu sofraya onu davet etmedi. Yemekten bir parça da kelplerin önüne koydu. Akşemseddin’in de aynı kaptan yemeğe başladığını görünce:

“−Zorla gelen misafir, ancak böyle karşılanır. Beri gel köse, gönlümüze girdin.” Diyerek onu müritliğe kabul etti. Bu yolda ilk tevâzû dersini böyle aldı Akşemseddin.

Sonra Hocasına bende oldu, Akşemseddin... Aşk ateşiyle pişti. İlm-i ledünden o da nasiplendi. Hocasının güzîdesi Akşemseddin-i Velî oldu.

Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin 2. Murat’la görüşmesi vesilesiyle şehzâde Fatih’le tanıştı. Sonra gönlüne muhabbeti koyan, firasetiyle aklını nurlandıran hocası oldu.

Sultan Mehmed, İstanbul kuşatmasının en sıkıntılı zamanlarında hocasının desteğiyle moral buldu. O’na en ileri hedefi gösterip müjdeyi veriyordu Akşemseddin Hazretleri… Bununla da kalmıyor, müridleriyle kuşatmaya bilfiil katılarak askerlerin de mânevî heyecanlarını yükseltiyordu. Şehrin fethiyle beraber, “İstanbul’un mânevî fâtihi” adıyla anılır oldu.

Sultan Mehmed, hocasının derslerinde aldığı mânevî hazzı, daha derin duygularla yaşamak için, hocasına intisab etmek ve derviş olmak istedi. Akşemseddin Hazretleri bu yolun lezzetini alınca Sultan’ın dünyevî tacını tahtını bırakacağını bildiği için bu teklifi reddetti. Onun mânevî âlemden çok, dünya üzerinde yapacakları vardı.

Akşemseddin Hazretleri, Sultan Fâtih’in samîmî ısrarları karşısında, son çare olarak İstanbul’dan ayrılıp Göynük’e yerleşti. Bu kaçış Fâtih’ten değildi, milletin ve devletin selâmetine bir yol idi. Göynük’te nurlu hayatının kalan kısmını, hizmetle geçirip, “Allah’ın azametine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun ve ancak müslümanlar olarak can verin” âyet-i celilesine boyun bükerek Rabbi’ne teslim oldu. İmanının bedelini ödeyenler arasına girdi.

* * *

Yâ Rabbi! Ceddimiz Akşemseddin Hazretleri ve O’nun gibilere layık bir nesil olarak yaşamayı; gönüllerinden aldığımız muhabbetle kalbimizi, firâsetleriyle aklımızı nurlandırıp nice maddî ve mânevî fetihlerin fâtihlerini yetiştirmeyi bizlere nasip eyle!.. Âmin.                                    

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle