Ben Varım

Gece seher vaktine kavuşmak için sabırsızlanıyorken o; yatağında terler içinde kalmış, gecenin sancısına ayna oluyordu. Yatağında kıvranıyor, rüyasının tesiriyle yüzü kıvrım kıvrım dalgalanıyordu. Üstad Necip Fâzıl’ın heybetli görünüşü, sarsıcı ses tonlaması, keskin bakışları yeniden gözlerinin önüne geldi. O, Gençliğe Hitâbe’sindeki satırları okuyordu, rûhunu titrete titrete:

“«-Kim var!» diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert «Ben varım!» cevabını verici, her ferdi «Benim olmadığım yerde kimse yoktur!» duygusuna sahip bir dâvâ ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...”

Birden fırladı sıcak yatağından... Amansız rüya bırakmıştı yakasını:

“-Ben varım! Ben varım! Hayır yoktur, ben yoksam yoktur...”

Ağzının içinde tekerrür eden bu cümlelerle, yatağını terk edip soğuk suyla abdest aldı.

“-Bir mektup...” diye fısıldadı ardından…

Pencereyi açtı, içeri dolan seher yelinin önüne oturarak, kuşların zikri eşliğinde bir mektup yazmaya başladı. Üstad dâvâsını kelimelerle haykırmıştı çağlara, kelimeler olmuştu onun biricik sığınağı... Öyleyse o da aynı yolu takip edip bu çilekeş yolculukta yol kat edebilirdi. Sonra aklına tekâmül etmenin yegâne kaidesi olan şu cümle geldi:

“Hiçbir tekemmül merhalesi yoktur ki, tekellüften vâreste olsun!”

Sancısını sevgiyle kucaklayıp cümleleriyle baş başa kaldı:

“-Ben varım! Yûnus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Hacı Bektâş-ı Velî’yi aynı dönemde bağrına basmış bu toprağın evlâdı... Yûnus’un gönlü, Hak aşkıyla yanarken kapının eşiğinde, bilmezdi o neden yandığını... Şimdi ben bir pervâne-i şem’im, mesleğim Yûnus’tan mîras... Onun nazarıyla baksın, gözlerime Hak perdesi dikilsin diye yok oldu bende dünyaya ihtiras…

Ben varım! Bosna’da komünist rejim, İslâm’ın izlerini silmek için gayret ederken, vücudunu onlara siper edip İslam’ın sancağını tutmaya memur Müslüman Gençlerin kurucusu, siyaset ve dînin imtizâcını en âdil şekilde yaşatan Aliya İzzetbegoviç’in torunu... Türklere yazdığı mektubunda anlatır dedesinin Osmanlı’da askerlik yaparken evlendiği babaannesi Sıdıka’yı... Bugün ben duvarım; dînimin ismini duymaya tahammül edemeyenlerin karşısında... «İyi insan olmadan, iyi müslüman olamayız!» diyen Aliya’nın peşinden giden, önce ahlâkımla mümessil olmaya cehd etmiş ben!

Ben varım; çağın önüme kurduğu her türlü iffetsiz sofrayı elimle kaldırıp, duvara fırlatabilecek... Çünkü zindanı iffetsizlikten âlâ bilen Yûsuf Peygamber’e şâhit olduk biz…

Ben varım! Malcolm X’in çağdaşı; Amerika gibi bütün güçleri ezen bir sistem karşısında tek başına sancağı eline alıp mücâdele veren; hürriyeti yazıp çizmekle değil, sahalarda mücadele ederek bulmuş Malcolm... O; o günlerde bütün eziyet ve baskılara rağmen mücadeleci duruşundan bir an taviz vermediği gibi, ben de dâvâm uğruna kınayan bakışlara, «deli» diyen insanlara rağmen buradayım! Bu yolda canımı kurban edecek kadar, ben varım!

Ben varım, Hazret-i Meryem’in kardeşi; Îsâlar yetiştirmeye memur... Günlerce susma orucu tutacak kadar dirâyetli, adanmışlığın en zarif hâli... Adım kul, adım adanmış, adım anne, adım hâmûş benim...

Belkıs gibi varım ben; «Peygamberse, Süleyman’la savaşamayız!» diyecek kadar zeki, Hüdhüd kuşunu sarayına hayran bırakacak kadar ihtişamlı, Hazret-i Süleyman’ın karşısında başarılı olabileceği planlar kurabilecek kadar diplomat, ama bunca imkân ve gücün içinde îman edecek kadar akıl ve kalp sahibi kadınım.

Ben varım! Fâtih Sultan Mehmed’in torunu; «Daha yaşın kaç, başın kaç?» diyenlere, işaret parmağımla onu gösterip susturacak, bugün yanan İslam ülkelerine su olmaya, kanayan müslüman bedenlerine şifâ olmaya tâlip ben varım!

O gün Fâtih, 21 yaşında İstanbul’u fethederken bugün ben fethin gönüllerde olduğunun şuuruyla buradayım. Bu fethin muvaffak olması için çağın silahları ile mücehhez, bakışlarımı hedefime rabtetmiş durumdayım.

Ben varım! İdealist, ahlâklı, hissiyatlı, fedakâr, düşüncelerini cömert ve cesurca kâğıda döken mütefekkir Şefika Gaspıralı’nın emanetçisi... İlk müslüman kadın mecmuası olan «Âlem-i Nisâ»nın kurucusu, kadının toplumdaki değerinin, âiledeki vazifelerinin, İslâm’daki ehemmiyetinin anlatıcısı, Kırım’daki faaliyetleriyle gayret ehli bir mü’mine hanım...

Ben varım! Haset etmenin nasıl bir zehir olduğunu, asırlar öncesinde iki kardeşin kıssasından öğrenmiş, bana taş uzatan Kâbil’in karşısında:

«-Öldürmek için sen bana elini kaldırsan da ben sana dokunmayacağım!» diyerek müslüman kardeşimi hep nefsimden öte bilmeye memur, ben...

Ben bugünün genci!

İşte buradayım, bana mîras bütün hasletlerin yegâne bekçisi, beklenen cemre, benden sonra gelecek nesle takip edilesi ayak izleri bırakmayı gâye edinmiş, hep aranan, müştâk olunan, kimsenin olmadığı en sessiz anda zulüm ve haksızlığa karşı sesi yükselen, mazlum ve güçsüze karşı merhamet ve sevgi dolu olan... Ben, geçmişimde sayamayacağım nice örnek şahsiyetin vârisi olarak bugün bayrağı taşımaya memurum.”

Bu mektubu kadın-erkek çağının bütün gençleri adına yazmanın huzuru doldu kalbine… Bir gün böyle bir gençlikle yurdun her köşesinde şuurlu fidanlar dikildiğini, o fidanlardan göğe yükselen meyveleri, çiçekleri düşledi tebessümle… Heybedeki en önemli azık olan inanç güneşi, kalbine doğmuştu artık… Yol o güneşle aydınlanacak, sadece kendi bu dâvâya gönül vermekle bile nicesine güneşiyle ışık olacaktı. Daha önce olan nicesi gibi…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle