“Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir, hatta daha ziyâde!..” buyurmuştu ya Sevgili Peygamberimiz…
Biz Medine’yi, En Sevgili sevdi diye sevdik. En Sevgilimiz orada diye… Medîne’nin tozlu yollarını, cennet kokan Ravza’sını, insanını sevdik. Ramazanlarda yüreğimiz hep orada, onun sofralarında kaldı. Rüyalarımızda buluşma mekânımız, orası oldu. Medîne’den gelen bir hurma veya bir tesbihi sakladık.
Sol göğsümüzün altında aşk tazeledik, salavât-ı şerîfe kokan gecelerimizde… Oradan gelen bir selâmı gözyaşlarımızla yıkadık. Orada ikamet eden her kardeşimizi, bir “ensar” belledik. Hasretimizi, onun omuzlarında serinlettik.
Gelin, bugün sizlerle Medine’ye gidelim. Bir an da olsa, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kapı komşusu olmayı hayal edelim.
İşte şimdi sizi, Medine’de ikamet eden kıymetli Hümeyrâ Hanım ile tanıştırmak istiyorum. Dâvet edilen, seçilmiş bir hanımefendi… Buyurun, hep beraber onun çetin imtihanlar, ağır bedeller ve mukabilindeki mânevî güzellikler ile süslenmiş Medine-i Münevvere’deki ibretli hayatına…
Sizinle ilk Medîne’de tanışmıştık. Ravza’ya yakın olan evinizde misafiriniz olmuştuk. “Ben ensârım, siz muhâcirsiniz; ben size hizmet edeceğim!..” demiştiniz. Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Nasıl Medîne’ye geldiniz, kaç yıldır bu mübârek beldelerde hizmet ediyorsunuz?
İsmim Hümeyrâ Z… 21 senedir Medîne’deyim. Gidişim çok ibretli oldu. Mânevî bir dâvet aldım âdeta… Beyim genç yaşında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Vefat ettiğinde daha 41 yaşındaydı. Zevcimi kaybettiğimde çok üzülmüştüm. Vefat eden beyim, şimdiki zevcimin arkadaşı imiş. İlk zevcimin son günlerinde ziyâretine gelmişlerdi. Onun hanımı da hastaydı, biz de önceden onu ziyâret ederdik. Şimdiki beyim, bizi ziyârete geldiğinde zevcimin son anlarını yaşadığını anlamış. Mekke’ye varınca Kâbe’de çok duâ etmiş:
“-Yâ Rabbi!.. O hanım şimdi dul… Yalnız kalacak. Burada ben de onun gibi îmanlı, irfanlı bir yol arkadaşına muhtacım. Ne olur onu bana nasib et!..” diye yakarmış.
Beyim vefat edince de evlilik teklifi gönderdi. Ben, zevcimden sonra bir daha evlenmeyi düşünmediğim için teklifini reddettim. Kendimi hizmete adamaya karar vermiştim. Çocuğum yoktu. Zaten devam ettiğim bir Kur’ân hizmetim vardı.
Cenâb-ı Hak, bir şeyi dilediği zaman ona hiçbir şey engel değil! Ben o zaman:
“-Kesinlikle evlenmem!..” diyerek büyük konuşmuşum.
Hâlbuki “Allâh’ın izniyle” demeliydim. Bir müddet sonra sevgili Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rüyama teşrif buyurdular. Müstakbel eşimi kucağına almışlardı. Bana da:
“-Ben, senin buraya gelmeni istiyorum!..” dedi.
Uyanınca dîvâne oldum, kabıma sığamıyordum. Danışmadığım hoca, âlim, şeyh kalmadı âdeta… Hepsi ağız birliği etmişcesine:
“-Emir büyük yerden kızım, gideceksin!..” dediler.
Nihayet evlilik teklifini kabul ettim. Babam beni alıp Mekke’ye götürdü. Kâbe’de nikâhımız kıyıldı. Yeni evime gelmiştim. Artık çok çetin imtihanlarım da başlamış oldu. Çünkü yeni zevcimin yatalak hasta bir eşi vardı. Bakıma muhtaçtı ve benim gelmemden de hoşlanmamıştı. Haklıydı, ben de olsam üzülürdüm. Ama ben onu üzmek için gelmemiştim. Dayanmak çok zordu, tabiî olarak bana karşı tepkisi sertti. Fakat ben oraya niçin geldiğimin farkındaydım. Büyüklerimizin duâsıyla, Peygamberimiz’in dâvet etmesinin sevinciyle, her şeyi sabırla karşılıyor, ona çok iyi bakmaya gayret ediyordum. Bir gün ona:
“-Kardeşim!..” dedim. “Ben buraya niçin geldim, biliyor musun?”
“-Niçin?” diye sordu.
Ben de:
“-Cenâb-ı Hak, beni sana hizmetçi olarak gönderdi. Sana hizmet etmek için geldim buraya, eş olmak için değil!.. Zaten beyim çok yaşlı… Onun zevceye değil, yardımcıya ihtiyacı var!” dedim.
Sonra da sözüme şöyle devam ettim:
“-Bak kardeşim, en önemlisi, ben buraya Peygamberimiz dâvet ettiği için geldim. Medîne aşkı ile geldim!..”
Benim böyle söylemem, onun hastalıktan rakikleşen kalbini yumuşattı. Zaten o da çok zarif, akıllı bir hanımdı. Eskiden Medîne ve Mekke’de çok hizmetler yapmış, herkesin saygı duyduğu sâliha bir hanım... Yatalak olduğu için, her şeyiyle ben ilgileniyordum. Sonra beni çok sevdi, benimle helâlleşti. Ben zaten ona hakkımı en baştan helâl etmiştim. Ona karşı en ufak bir kînim yoktu. O benim kazâ-kaderimdi. İnsan, kumasını, öz kardeşinden daha çok seviyor, biliyor musunuz? Sonra çok iyi anlaştık, birbirimizi çok sevdik. Memlekete, izne geldiğimizde bir müddet yine ben baktım. Sonra âilesinin yanında kaldı ve orada vefât etti. Medîne’de vefat etmeyi çok istiyordu, ama olmadı. İnşâallâh mânen oralardadır. Öyle olduğunu da ümid ediyorum.
Sonra biz Mekke’ye döndük. Allah çeşit çeşit lütuflarda bulundu. Eşimle beraber Harem-i Şerîf’in içinde on iki sene vazifeli olarak fıkıh dersleri verdik. Benim zaten branşım fıkıhtı, ama eşimin bilgisi benden daha engin olduğu için beni her yönden yetiştiriyordu. Allah râzı olsun. Kendisini o mübârek beldelere âdeta vakfetmiş; gelen hacıların sorularına cevap verir, onlara her konuda yardım ederdi.
Bu arada Arab hükümeti, bizim orada hizmetimizi devam ettirmemiz için kendilerinden icâzet almamızı söylediler. İcâzet almak kolaydı, fakat onların verdiği emirler ve kurallar doğrultusunda olacaktı. Mâlum, oralarda Vehhâbîliğin etkisi kuvvetli olduğu için bize uymayan kurallara da “evet” demek zorunda kalacaktık. Büyüklerimize danıştık, uygun görmediler. Biz de icâzet almadığımız için vazîfemizi fahrî olarak devam ettirdik.
Tabiî eskisi kadar rahat olmayınca, bir kurs ihtiyacı duymaya başladım. İnsan alışınca, hizmet etmeden duramıyor. Nasıl sudan çıkan balık yaşayamazsa biz de öyle olduk. Bu arada çok üzülüyordum. Hizmet etmek istiyordum. Bir gün yakaza (uyku ile uyanıklık arası) hâlindeyken Peygamber Efendimiz ve Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri beni teselli ettiler.
“-Üzülme, biz seni Osman’a havâle ettik!..” dediler.
Bu sırada Osman Hocaefendi’yi de tanımıyordum. Ancak Vâlide Hanımı uzaktan tanırdım. Biz Ravza’da fıkıh dersleri verirken, onları orada görürdüm. Yaptıkları hizmetler, etraflarındaki insanların seçkinliği hep dikkatimi çekerdi. Bu rüyamı bir arkadaşıma anlatmıştım. Beni, Vâlidemize götürdüler. Sonra Osman Efendi ile tanıştırıldım ve ilk vazîfemi de mübâreklerden aldım; orada açılan bir Kur’ân Kursu’nda hizmete başladım. Şimdi de hanımlara fıkıh dersi veriyorum.
Oralarda Ramazanlar bir başkadır. Biraz “Medîne Ramazanları”ndan bahseder misiniz?
Ramazanda sofralarımız bir numara… Acaba diyorum, bizim sofralarımızdaki kardeşlik, muhabbet başka yerde var mıdır? Zâhide Hanım’ın gayretleriyle çok güzel oluyor, duâlar, coşku, heyecan, fedâkârlık… Herkesin bu tadı tatmasını isterdim.
Her sene gidenler bu sofraların yerini bilip gidiyordur. İlk defa gideceklere sofralarımızın yerini tarif eder misiniz?
Hanımların sofraları 25 numaralı kapıdan girildiğinde sağ tarafta. Hergün ikindi namazından sonra sofralarımızı oradaki fedâkâr kardeşlerimiz ve gelen umrecilerden hizmet aşkıyla yananlarla beraber kuruyoruz. Oradaki dâimî hacılar, bizim sofralarımızı, düzeni ve temizliği ile bilirler, âdâb ve ahlâkını görürler, takdir ederler ve o yüzden tercih ederler.
İnsan, oralarda kardeşliği daha duygulu yaşıyor, değil mi? Yanındaki kardeşinin gönlüne girdiğini hissediyorsun âdeta…
O kardeşlik, bizi âdeta doyuruyor. Bir lokmayla doyuyoruz; hurma, zemzem ve kardeşlik… Bir de Peygamber Efendimiz’in feyzi yetiyor, elhamdülillâh.. Süreyya Vâlidemiz ve Zâhide Annemizin duâları ile gönüllerimiz iyice coşuyor.
21 yıldır oralardasınız. Türk hacılar, umreciler en çok hangi hataları yapıyor? Nelere dikkat etmeliyiz, o mübârek beldelerde?
Gelenlerde hata araştırılmaz evlâdım. Onlar, oralara Allâh’ın dâvetlisi ve misafiri olarak gelmişlerdir. Ama gayr-i irâdî bazı yanlışlıklar olabiliyor. Meselâ tasavvufî terbiye alanlarla almayanlar çok belli ediyor kendisini… Yani burada boşta ve boşlukta kalanlar, orada da boşlukta oluyorlar. Orada fark etmeden, bilmeden yapıyorlar yapacaklarını. Ehl-i tasavvuf öyle değil, onların edebi, oturuşu, kalkışı, ibâdetteki hassâsiyetleri hemen fark ediliyor. Onlar her ânını dolu dolu geçirmeye gayret ediyorlar. Harem-i Şerîf’e girerken olsun, Ravza’ya girerken olsun, hep edeple hareket ediyorlar. O mübârek mekânların şeref ve fazîletlerini gözetiyorlar.
Bir hacı, o mübârek beldeye geldiğinde hangi edep kâidelerine dikkat etmelidir?
Öncelikle kimin huzuruna geldiğinin şuurunda olmalıdır. Peygamber Efendimiz’in fazîletlerini düşünerek ölçülü ve edepli olmalıdır. Zâhir ve bâtın temizliğine dikkat etmeli. Mümkünse sadaka vererek içeriye doğru ilerlemeli. Yavaş yavaş hareket etmeli, cidal çıkarmadan, itişip kakışmadan, etrafımızdakilere hoşgörülü olarak ilerlemeli. Bağırış çağırış olmadan… Çünkü bu tür davranışlar, rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı rahatsız edebilir.
İnsanların kabalıklarına incinmeden sabretmeli; kimseyi dilimizle, bakışımızla, davranışlarımızla incitmemeye gayret etmeliyiz. Zaten şuurlu insanlar, bu kâidelere riâyet ettiği için Allah Teâlâ onların yolunu kolaylıkla açıyor. Ön tarafa ve bilhassa “cennet bahçesi” olan Peygamber Efendimizin minberi ile mihrabı arasına varınca da kardeşlerine de hak tanıyarak iki rekat namaz kılmalı… Kimileri orada uzun uzun namaz kılıyor. Eğer biz namazımızı gereğinden fazla uzatırsak, başkasına iki rekat namaz kılması için bile fırsat kalmayabilir. Namazı kılınca edep ve hissiyâtla bol bol salavât-ı şerîfe getirmeli, ayrıca Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer Efendilerimize de selâm verip, Rabbimize duâ ve niyazda bulunmalı, yine edep kâidelerine dikkat ederek huzûr-ı Rasûlullah’tan ayrılmalıdır.
Bizim hacılarımız, oralarda biraz da alışveriş işini abartıyorlar galiba…
Bizim milletimiz çok sehâvetli, çok cömert… Buralardan hediyesiz dönmek istemiyorlar. Bu da güzel, ama ölçüyü kaçırmamalı… Hanımlar kendi başlarına veya hanım gruplarıyla çarşı-pazar çok dolaşıyorlar, dil de bilmediklerinden çok gülünç duruma düşülüyor. Dönmeye yakın, eşleriyle beraber sâkin zamanları (gündüz vakitleri) tercih ederek, hurma, zemzem, tesbih, başörtü gibi buraları hatırlatan hediyeleri tercih etmeliler. Kimisi çeyiz eşyası alıyor bavullar dolusu… Zaten orada satılanların çoğu buralardan gidiyor. Onları maddelerine de, mânâlarına da boşuna yük yapmasınlar bence…
Bir husus daha var ki, kazanç ne kadar helâlse mânevî kazanç da o kadar bol oluyor oralarda… Bir de gelenler memleketine dönünce buraların güzelliklerini anlatıp gelmeyenleri teşvik etmeliler.
Peygamber Efendimiz’i gerçekten seviyorsak oraların her şeyini severiz ve olumsuzluklarını da görmeyiz diye düşünüyorum. Bir de “Sen açıksın gitme! Sen namaz kılmıyorsun gitme!” gibi câhilâne tavırlar oluyormuş. Buraya herkesi teşvik etmeli… Biz burada şahit oluyoruz ki, niceleri buralarda örtünüp namaza başlıyorlar. İnşâallâh, Peygamber Efendimiz’in gerçek ümmeti, önünde-sonunda doğru yolu tercih ediyor diye düşünüyorum.
Mekke’de nelere dikkat edilmeli? Medîne’de hanımlarla erkeklerin mescidleri ayrı olunca biraz daha rahat, Kâbe’de ise neredeyse aynı yerlerde oluyoruz. Sanırım bir de Peygamber Efendimiz’in en zorlu zamanları Mekke’de geçtiği için orada daha çok imtihanlar oluyor, değil mi?
Medîne-i Münevvere ana kucağı gibi insanları sarıp rahatlatır. Mekke-i Mükerreme’de ise, Allah Teâlâ’nın celâl sıfatı daha ziyâde tecellî hâlinde… Bu yüzden Mekke’de daha ölçülü hareket etmeli… Özellikle tesettüre dikkat etmeli. Gelen Türk hacılarımızda edep, ahlâk güzel, ama tesettür biraz zayıf… Türkiye’de pantolon-tunik giymiyor, ama orada giyiyorlar. Afedersiniz, bazılarının tunikleri iyice kısa oluyor. Bu olmaz. Pantolon yerine etek ve dış kıyafet dediğimiz, abeye veya pardesü tercih edilmelidir. Oralarda çok hafif abeyeler var, pantolon yerine onları tercih etsinler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yaşıyor olsaydı, huzuruna utanmadan hangi kıyafetle çıkabilecek isek öyle kıyafetleri tercih edelim, güzel kardeşlerim. Öyle giyenleri de küçük görmeyelim, bilmeden yapıyor olabilirler. Onları da kulaklarına eğilerek, kırmadan, leyyin (yumuşak) bir lisânla, bir defa uyaralım. Bir de mahremsiz gelen hanımlar var. Bu çok üzücü bir durum… Mahremi olmayan yabancı kişi veya arkadaşlarıyla konuşmalar-şakalaşmalar mânevî birer kayıptır. Ben sözümün geçtiği kimseleri uyarıyorum:
“-Umreye gelmek sünnet, terk ettiğimiz fıkhî ölçüler ise farz!..” diyorum.
Bir de bazı kimseler tavaf yarışı içinde oluyor, etrafındakilere dikkat etmeden çarpa çarpa koşanlar ya da Hacerü’l-Esved’i öpme yarışında olanlar… Hâlbuki karşıdan istîlâm etmek yeterlidir. Orada her şey ibâdet; oturmak, bakmak bile ibâdet olduğu bilinse, bunlar yapılmaz herhâlde… Önemli olan çok Kur’ân okumak, Kâbe’ye bakmak, kimseyi incitmemek… Bunlar daha mühim ibadetler… Orada zamanları, etrafımızdakilerle sohbet, daha doğrusu gevezelik yaparak boşa harcamayalım! Belki o bizim son haccımız veya son umremiz olabilir. Orada verilen sadakalar da daha ecirli… Bence oralarda almaya değil, vermeye gayret etmeliyiz.
O mübârek topraklardan dönünce, «Hacı» olunca da iş bitmiyor, bilakis daha dikkatli olmalı, oradan aldığımız enerjiyi daha iyi kullanmalı ve buralarda ziyan etmemeliyiz, değil mi?
Tabiî yavrum. Daha fazla dikkat etmeliyiz, çünkü biz, inşâallah, “hacı” olmuşuzdur. İnsanlar bizi örnek alacaktır. Bir müslümana, en önemlisi buradan feyz almış bir hacıya yakışmayan hareketlerde bulunmamalıyız.
Teşekkür ederiz, bir anlık da olsa oralara gitmiş gibi olduk… Rabbim feyzinizi dâim ve bereketli eylesin.
Ben teşekkür ederim yavrum, bize böyle bir imkân tanıdığımız için… Allah, hepimizi, o mübârek mekânlardan ve şeref dolu kıymetli zamanlardan hakkıyla istifâde eden sâlih ve sâliha kullarından eylesin!..
YORUMLAR