Peygamber Efendimizin -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’den Medine’ye hicret için yola çıktığını duyan Mekke’nin azılı kâfirleri, onu yakalayana yüzlerce deve, mal ve mülk vad ettiler. Bunu duyan bir çok bahtsız yollara düştü. Bunlardan biri de Büreyde’ydi.
Efendimiz, meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Kuba’ya ulaşmış, Mü’minler sevinç çığlıkları içinde mübârek Nebîlerini karşılamışlardı.
Daha önce görenler yeniden gördüğü, hiç görmeyenler ise içlerindeki hasret volkanını söndürmek üzere gözyaşları içinde koşuyorlardı. Ortalık bir şenlik meydanı gibiydi. Sevinçten kimse kimseyi görmüyor, tek merkez etrafında heyecan fırtınası halinde dönüyorlardı. Zenginlik hülyalarının gözlerini kör ettiği Büreyde isimli bu dünya tâlibi de kâfirlerin mükâfâtına kavuşabilmek için orada fırsat kolluyordu.
Hazret-i Ebû Bekir ise, Allah Rasûlü’nün kâh önüne, kâh arkasına geçiyor; O’nun etrafında adeta pervane gibi dönüyordu.
İki cihan serveri:
“-Ne yapıyorsun?” diye sorunca,
Hazret-i Ebû Bekir, gözyaşları içinde:
“-Sana zarar gelmesinden korkuyorum, ya Rasûlallâh!” diyor, Allah Rasûlü de:
“-Korkma, hüzünlenme ey Ebâ Bekir! Allah bizimle beraber!..” buyurarak, yüreğindeki itmi’nanla yâr-ı gârını teskin ediyordu.
Tam bu sırada Büreyde, aradığı fırsatı yakalamıştı. Allah’ın Habibi’ne iyice yaklaşmış, aralarında bir kılıçlık mesafe kalmıştı. Kılıcını kınından sıyırdı, havaya kaldırdı ve tam Efendimiz’e vuracaktı ki, kâinâtın iftihar tablosu hafifçe geriye döndü. O rahmet ummânı, nûr menbaı, mübârek nazarlarını Büreyde’nin parlayan gözlerine çevirdi. Göz göze gelmişlerdi.
Büreyde için o anda sanki bütün dünya yok olmuş, hayat donmuş ve her şey öyle kalakalmıştı. Sanki hiçbir şeyin bulunmadığı sonsuz bir düzlükte bir Rasûl, bir de kendisi kalmıştı. Eridi, eridi, eridi... Bu öyle bir bakıştı ki, muhatap da insaflı ve hûşyâr olunca, o bakışta sonsuz mânâlar okumuştu.
Kutlu Nebî, ölüleri diriltecek, en katı kalpleri pamuk gibi yumuşacık yapacak, evlâdına merhametin zirvesinden seslenen müşfik bir anne edası ile:
“-Sen de mi Büreyde?!! Ben seni tanırdım. Sen asil bir insandın. Yoksa sen de mi dünyanın süs ve zînetine kandın? Sen de mi az bir dünya karşılığı âhiretini sattın!.. Sen de mi diriltmeye geleni öldürecek kadar aldandın! Sen de mi?!..” buyurdu.
Büreyde öylece duruyordu. Yavaşça kılıcını indirdi. Sonra başındaki sarığını çözüp, onu kılıcının ucuna bağladı. Aradığını bulan insan edasıyla Kutlu Rasûle yaklaştı. Elini göğsüne vururken hıçkırıklarla karışık:
“-Ben de Ya Rasûlullah, Ben de!..” dedi. Sonra hemen kendisini toparlayıp:
“-Senin gibi bir peygamber Medine’ye girerken nasıl bayraktarsız olur. Ben de senin bayraktarın olayım.” dedi.
Böylelikle Büreyde ilk bayraktar, ucunda sarık bağlı o mütevâzî kılıç da ilk bayrak oldu.
Zaman zaman Rasûlullâh Efendimiz’in ebedî rehberliğine ve sünnete kılıç çeken duruma düşenlerimiz kendilerine sorsalar acaba Büreydeyle ortak noktaları var mı?
Acaba bizim de Büreydeye benzer yönlerimiz oluyor mu?
O çağları delen bakışlar, bize dönüp baktığında... Ve celalle sorduğunda:
“İnsanlık Kur’an’a muhtaçken, imansızlık ateşine düşüp yanarken, her kurumuş kuyunun başında “Su! Su!” diye inlerken ve ümmetim cihanda kan ağlarken, Sen de mi?
Sen de mi kılıcını çekmiş, aydınlığa hücum ediyorsun!
Sen de mi, seni diriltmeye geleni öldürmeye kast ediyorsun?
Sen de mi, bütün güzellik, kemal ve hakikatleri tarihe devrettin de nefsinin oyuncaklarıyla meşgul oluyorsun?
Sende mi?”
derse, acaba ne cevap veririz...
YORUMLAR