Bu hafta, Safiye Hocamızın bir sohbetine katıldık.
İlk İstanbul’a geldiğimde beni en çok etkileyen hocalarımızın başında gelir, Safiye Hocam… Haftada bir kez Sultantepe’deki bir Kur’ân kursunda, Azerî arkadaşlarla beraber sohbetine katılırdık. Çoğu zaman İbrahim -aleyhisselâm-’ı anlatırdı. Ama içine o kadar çok mesajlar sıkıştırırdı ki, onu dinleyenler, zerâfeti, iyi bir muallime olmayı, temiz-tertipli, becerikli bir hanımefendi olmayı, oturmayı kalkmayı, fedakârlığı, tevâzûyu ve daha birçok fazileti, hem onun dilinden öğrenir, hem de onun şahsiyetinde bu güzellikleri temâşâ etme fırsatı bulurdu. Sohbetin ardından çikolatalı ekmekler ikram edilirdi.
Oradan çıktıktan sonra, köşke geçer; Musa Topbaş Efendimizi ziyaret ederdik. Efendimizin etrafında kediler, nazlı nazlı dolaşırdı. On yedi yıl sonra, bu haftaki sohbette âdeta o günlere gittim. Safiye hocamız, bize bir Allah dostu olan Sıdıka Hanım teyzeden bahsetti. Îmanı, muhabbeti ve fedakârlığı, bu defa Sıdıka Hanım teyzenin hayatında izleyecektik. İbretli bir hayat… Bu yazı sadece okunmakla kalmasın, Rabbimiz, bu güzel hayatın her karesini aklımıza, kalbimize ve hayatımıza nakşetsin, inşaâllah!
* * *
Sıdıka Hanım teyzenin ebeveyni, merhum Es’ad Efendi’nin müridlerindenmiş. Şeyhlerine muhabbeti o kadar çokmuş ki, bu, evlatlarına da sirayet etmiş. Sıdıka Hanım, daha onaltı yaşındayken, gönlü şeyhine bağlı, sâdık bir mürideymiş.
İki kız kardeşlermiş; babası, kızlarına, özellikle de Sıdıka Hanım teyzeye çok düşkünmüş. Sıdıka Hanım teyze de babasına pek düşkünmüş. Âilesi İstanbul’un entelektüel, ama çok muhafazakâr bir âilesi imiş. Babası, kızlarını çok özel yetiştirmiş, hiç okula göndermemiş. Bütün eğitimlerini hususî olarak evinde aldırmış. Fennî ilimlerden mânevî ilimlere kadar hepsini eve gelen seçkin muallimelerden alan Sıdıka Hanım teyze, ileri derecede yabancı lisan bile öğrenmiş.
Bilgisi, kültürü, güzelliği, edep ve ahlâkı ile etrafı tarafından hemen fark edilen Sıdıka Hanıma henüz onaltı yaşlarında iken bir tâlip çıkmış. İstanbul beyefendilerinden zâbit Nâim Efendi, Sıdıka Hanım’ın babasına mektup yazarak dest-i izdivaç talebinde bulunmuş. Baba, kızına çok düşkün olduğu için bu mektuplara cevap bile vermemiş. İlk mektuplara cevap gelmeyince Nâim Efendi ümidini kesmemiş, cevap alabilmek umuduyla durmadan başka mektuplar göndermiş. Bu mektuplar geledursun, Sıdıka Hanım’ın olup bitenden hiç haberi yokmuş. Nâim Efendi, birgün dayanamamış ve gönderdiği mektubun sonuna küçük bir not ilave etmiş:
“-Efendim, istirham ederim, bir cevap lutfediniz, zira «el-İntizaru eşeddü mine’n-nâr.»”
Sıdıka Hanım’ın babası, gelen mektupları, evin kütüphanesinde bulunan kitapların arasında muhafaza edermiş. Sıdıka Hanım da okumayı çok sevdiği için vakit buldukça evin kütüphanesine gider, orada çeşit çeşit kitapları okuyarak zaman geçirirmiş. Bir gün yine kitap almak için odanın içindeki büyük kütüphanenin önünde durmuş ve bir kitap seçmiş. Tam sayfaları çevirirken o son mektup önüne düşüvermiş. Zarfı açmış, Mektubu okumuş ve sonundaki “el-İntizaru eşeddü minennar (Beklemek, ateşten daha şiddetlidir)” sözüne meftun olmuş. Tam defterini açıp bu sözü ona kaydederken içeriye babası girivermiş.
Mektubu Sıdıka Hanım’ın önünde açık bir hâlde görünce o an kararını vermiş. Hâlbuki Sıdıka Hanım’ın ne kendisine talip olunmasından, ne de evlendirileceğinden haberi olmuş. Babası, Nâim Efendi’ye olumlu cevabı gönderdiğini, hanımına anlatırken Sıdıka Hanım’ın küçük kız kardeşi konuşulanları duymuş ve hemen ablasına haber vermiş.
Sıdıka Hanım teyze bunları duyunca çok endişelenmiş; hiç görmediği, tanışmadığı birisi ile evlenmek onu biraz ürkütmüş, olan bitene bir anlam verememiş. Ama anne-babaya karşı gelmek de olmaz! Anne-babasının, kendisinin hayrına olan bir şeyi isteyeceğinden şüphesi olmadığı için onların kararına teslim olmuş. Hemen düğün hazırlıkları başlamış.
Düğün günü, efendisi odaya girmiş. İlk defa o zaman müstakbel kocasıyla tanışma fırsatı bulan Sıdıka Hanım, odaya uzun boylu birisinin girdiğini fark etmiş. Adam gür ve tok bir sesle:
“-Nasılsınız Hanımefendi?” diye sorunca, Sıdıka Hanım bu sesin heybetinden biraz ürkmüş ve o an heyecanla
“-Himmet et, şeyhim!” diye şeyhinden istimdad dilemiş.
Ne olmuşsa o an beyefendi kalkmış, beyaz asker elbisesinin parlak kol düğmelerini açıp zarifçe kıvırmış ve abdest almış. Onun bu hâli, Sıdıka Hanım’ın çok hoşuna gitmiş, âdeta korku yerini muhabbete, heybet yerini hayranlığa bırakmış.
Evlendikten bir müddet sonra Sıdıka Hanım, şeyhi Esad Erbilî hazretlerini ziyarete gitmiş. Esad Erbilî Hazretleri, o an bir kerametini göstermiş ve:
“-Kızım, hiç insan evlendiği gün şeyhinden himmet ister mi?!” diyerek kendisine latîfe etmiş.
Sıdıka Hanım, evlendikten birkaç ay sonra Çanakkale Savaşı başlamış. Eşi Nâim Efendi, hem zâbit, yani subay olduğu için, hem de samimi, sâlih bir mümin olduğu için en kısa zamanda savaşa katılmak üzere hazırlıklara başlamış. Sıdıka Hanım’ın âilesi hep beraber bu zâbit damadı, Gelibolu’ya kadar götürüp bırakmışlar.
Bu sırada Sıdıka Hanım, hâlâ onaltı yaşlarındaymış. Gelibolu’ya vardıkları sırada hamile olduğunu öğrenmiş. Sıdıka Hanım, âilesiyle beraber mahzun bir şekilde İstanbul’a dönmüş. Daha birkaç ay geçmeden beyi, yaralı bir şekilde İstanbul’a dönmüş. Askeriye, Nâim Efendi’yi tedavi için Haydarpaşa’ya getirmiş. O, İstanbul’da tedâvisi devam ederken cepheden döndüğünü kimseye haber verdirmemiş. Tedavisi tamamlanınca doktorlar:
“-Size biraz hava değişim izni verelim, yirmi gün âilenizin yanında dinlenin!..” demişler. Fakat Naim Efendi:
“-Ben âilemle bir defa vedalaştım. Bir daha vedalaşmam!..” diyerek cepheye geri dönmüş. Bir müddet sonra da çarpışmalarda şehid olmuş.
Bir sabah âilesinin kapısı çalınmış. Küçük bir çanta, içinde şahsî eşyaları evin hanımına teslim edilip şehid haberi verilmiş. Çantanın içinden En’âm-ı Şerîf’i ve birkaç şahsî eşyası çıkmış.
Sıdıka Hanım, kucağında birkaç aylık oğluyla gencecik yaşında dul kalmış. Ama bu yaşadıkları Sıdıka Hanım sarsmamış, o kendisini oğluyla avutmaya çalışmış. Fakat birkaç ay sonra da oğlu vefat etmiş. Peşpeşe bu yaşadıklarından sonra onsekiz yaşında tekrar annesinin evine dönmüş. Kendisini, anne-babasının hizmetine adamış. Allâh’a olan îmanı, Peygamber Efendimize olan aşkı ve şeyhine karşı muhabbeti, onu ayakta tutmuş. Daha sonraları çok tâlipleri çıkmış, fakat o hiçbirini kabul etmemiş, kendisini ibadete vermiş. Anne-babası da vefat edince tek başına yaşamaya başlamış.
* * *
Safiye Hocam, geçmişi böyle özetledikten sonra hatıralarını anlatmaya şöyle devam etti:
Sıdıka Hanım, tam bir Allah dostu hanımefendi idi. Krem, kahverengi, lacivert ve gri renkte dört tane elbisesi vardı. Hangi elbiseyi giyerse, diğer bütün kıyafetleri o renkte olurdu. Meselâ lacivert elbisesini giyse, lacivert başörtü ve lacivert çorabı olurdu. Yani kıyafetleri baştan aşağı uyumlu, tertemiz ve ütülü olurdu. Onbeş yıl hiç sokağa çıkmamıştı. Yemek yedikten sonra evin içinde kırkbeş adım atmayı âdet edinmişti.
Üsküdar’da oturuyordu, biz o zaman genciz tabiî… Ziyaretine giderdik. Tabiî şimdiki gibi telefon yok, ziyarete giderken nasıl haber verelim? Çat kapı giderdik. Kapıyı zarifçe açardı. Misafiri kapıda:
“-Hoşgeldiniz efendim! Efendim görüşmeyeli onüç gün oldu.” diyerek gelenleri hayrette bırakırdı.
Ziyaretçilerine, peygamber hayatlarından duygulu bir sohbet yapardı. Bazen yüzü gözü boyalı, açık hanımlar da gelirdi sohbetlerine… Otururlar, onu dinledikçe gözyaşı dökerlerdi. Sıdıka Hanım da kapıya yakın oturur, kendisi de gözyaşı ile sohbet ederdi, gözyaşları kucağına tıpır tıpır dökülürdü. Herkes büyük bir feyiz alırdı sohbetlerinden... Şeyhini muhabbetle öyle anlatırdı ki, bizim de gönlümüz Esad Efendi hazretlerinin muhabbeti ile dolardı. Misafir gelince, bizim gibi hiç telaşa kapılmazdı. Hemen bir ekmek dilimini ortadan keserek ayırır. Küçük, zarif porselen tabakların içine koyardı. Üç dilim peynir, ama düzgün kesilmiş, beş tane zeytinle beraber o ekmekleri ikram ederdi. Ama ikramı da çok özeldi, tepsinin üzerinde örtü, beyaz kolalı peçeteler… Bize o ikram, bal-börekten daha tatlı gelirdi. Ekmek bile o kadar lezzetliydi ki, bizim o ekmeği okşayacağımız gelirdi. İkramın az veya çok oluşundan ziyade külfetsiz ve gönülden olması makbul… İsraf, oburluk ve gösterişle âdeta büyük bir yarışa dönen misafir ağırlamaları, insana mânen kazandırmaktan ziyâde kaybettiriyor değil mi?
Bu güzel sohbet ve bir İstanbul hanımefendisinin ibret dolu hayatı için Safiye Hocama minnettarım. Aslında sohbet çok uzun ve feyizliydi. Ama sayfalarımız sınırlı olduğu için şimdilik bu kadarıyla iktifa ettik. Bir nebze de olsa, siz değerli okuyucularımla bu güzel sohbeti paylaşmak istedim. Allah cümlemize istifadeler nasip etsin. Âmin.
YORUMLAR