Şimşektir, kork, dedi, gücü, yıkmaya yeter bazen!
Dedim ona: Hem rahmetin öncüsüdür, lâ tahzen![1]
Meğer bilmek istermiş, gizliyi insan bazen…
Seneler önce bir meczup dikildi yola. Geçmekte olan birine dedi ki:
“-Senin yüzünde nûr var. Kalbin de pek yatkın. Sana Allâh’ın isimlerinden bazılarını yazacağım. Bunlara kırk gün devam edersen, kalp gözün açılır.”
Sonra meczup, o kişi şaşkınlıkla bakarken, bir kâğıda isimleri yazıp verdi. Hani bazı insanlar çok düşünür ya, kâğıdı alan da içinden şöyle geçirdi.
“-Yâhû! Ben daha baş gözümün gördüklerine tahammül edemiyorum, bir de kalp gözüm açılırsa, hâlim nice olur?! Mazâallâh bu dünyaya hiç sığmaz, kaçacak yer de bulamaz, çıldırırım.”
Ve karar verdi: Kâğıdı bir yere kaldırdı. O kadar ki, nereye bıraktığını bile unuttu ve kalp gözünün açılması meselesi böylece kapandı. Hâlbuki sana ne be mübarek! Sanki sana o hâli veren, dayanma gücünü vermekten âciz mi?! Nasip olmayacak ya işte, o kişi bunu düşünemedi. Seneler sonra, bir de baktım ki sızlanıyor:
“-Âh âh…” diyor. “Nereden bilebilirdim ki gün gelecek ve ben, karşıma çıkan kimselerin kalbini bilmek isteyeceğim. Bunu da sırf zararlarından korunabilmek adına dileyeceğim. Âh şimdiki ben olsaydım, ille de kırk gün okurdum o isimleri… Bilmem ki o meczup acep, bana yine gelir mi…”
Dedim ona:
“-Olanda hayırlar vardır. Lâ tahzen!”
Meğer diş, kılçığı da ezip çiğnermiş bazen…
Dedi bana:
“-Şimdi, kaçıp kurtulmaya çalışsam ne çare… Bir kere tâ hücrelerime işledi acı tatlar. Sadece yüzü ile sözü şen ve şirinler (!) yüzünden, acısı pek şiddetli ve derin yaralar açıldı. Yaranın huyu, biraz sızladıktan sonra zamanla kabuk bağlamasıdır. İzi kalır mı? Evet kalır. Ve o iz, bana yarın, tedbir almayı yine unutmaya kalkarsam, hatırlatıcı olacaktır. Hem, bir çakıl taşına takılır gibi, her olana takılmamalıyım. Kılçıklara prim vermemeli, îcabında balığı kılçığıyla birlikte yemeliyim! Ne olur en fazla? Biraz daha canım yanar, biraz daha kanarım; nihayetinde şifâ olur!
Şimdi seslensem yeridir: Ey vaktiyle ezilmesin, üzülmesin, canı yanmasın diye ateşe atamadığım, kızartmaya kıyamadığım balık! Ne bilirdim ki, çiğliğinde ısrar ederek, benim af ve merhameti baskın kalbimde, yakıcı duyguların tecellisine de sen sebep olacaksın… Önceden, cehennemin varlığı bu kadar çok ferahlatmazdı kalbimi… De ki, nasıl oldu da kaynadı kazan? Defalarca müsâmaha gösterildi, mühlet tanındı, yapılan kötülükler unutulmaya çalışıldı. Fakat bunu yapana, her seferinde tekrar aynı kötülük revâ görüldü. Şimdi hadi söyle, hak edene hakkını vermemek, zulüm değil mi? Hâl diliyle, ısrarla kaşınan bir uyuzu kaşımamak, ona ezâ değil mi? Setredeni sûistimal edene, affedenin kadrini bilmeyip, hak etmediği işlerle ona ağırlık ve ezâ olup gidene ne yapmalı? Neyse ki hakikatin kavranabilmesi, söylenenin anlaşılabilmesi için, farklı diller de var. İşte sırf suçu olan, burada kendine gelsin, bu hâlde ölüp kabre bu vaziyette girmesin diye, bazen cehenneme benzemeli.
Cehennem temizlik yeri... Kimin temizlik yeri? Günahkâr mü’minlerin… E, ya zâlim kefere? Onları zaten cehennem de paklamayacak. Onlar için cehennem, ebedî “azap” zemini. Kim diyebilir ki, orası bir zulüm yeri? Elbette cehennem, müstehak olanların ille de gireceği bir karşılık bulma yeri. Duydum ki, oraya neredeyse herkes uğrayacakmış. Herkes, işlediği küçüklü-büyüklü günahlardan temizlenmek için biraz zahmet çekecekmiş. Îmanlı olanlar, îmanlarının kuvveti ve samimiyeti nisbetinde, daha önce cennete kavuşacaklarmış.
Kirli çamaşırın, yıkanmak için makineye girmesi gibi. Kir ne kadar çok, makinede kalma süresi, kullanılan sabun, yanma, dönme, yıkanma, sıkılma o kadar çok. Sonuç? Tertemiz olarak, ferah bir balkonda kurumaya bırakılmak. Yani? Temizlenmiş çamaşır. Ya çook çok ağır olduğundan, yeterince yıkanmasına rağmen çıkmayan lekeler? Orada problem yok. Zira necâsetten kalan leke, necis değildir. Peki ya çok yıkanmaktan ötürü solan yıpranan renkler? Böylesi solmuş ve yıpranmış çamaşır da, namaza mânî değildir. Aynı bunun gibi, cehennem faslının uzaması, cennete girmeye mânî değilmiş. Fakat nasıl ki, çamaşırın hâlinden, geçirdiği kirlenme ve yıkanma aşamaları az çok belli olur, insanın hâlinden de öylece belli olurmuş. Yine de pislikle gezmektense, pisliğin iziyle gezmek iyidir. Daha iyisi nedir? Pisliğe hiç bulaşmaz, nûr gibi parlarsın, işte budur! O da bilmem kaç güzele nasip olur…
Ey balık! Sudan hiç çıkmadığın için ateşi bilmezdin ya, bak, artık kovadasın. Şimdi biraz ateş olsam, sırf temizlen ve piş diye, canını güzelce yaksam, fena mı olur? Zaten, ateşi biraz görmesen, işe yaramaz, yenmez yutulmaz bir şey oluyorsun! Hem sana bir garezim yok. Sendeki çiğliğe benim kızgınlığım... Yoksa senin yandığından, benim ne kârım var ki? Hiç! O hâlde şimdi, mis gibi bir koku yayman için, ateşe oturmaktan başka çaren yok. Zaten böyle bıraksam, iki güne kalmaz, kokarsın. Ya sokak kedilerine yem olur, ya çöplükte çürürsün.
Dedim ona:
“-Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Lâ tahzen!”
Meğer biraz sû-i zan, gayet iyiymiş bazen…
Tatlı sözlerle gönül çelen ay yüzlü biri, kötü niyetli ve hasta kalpli olabilirmiş. Zayıf zannettiklerin aslında pek güçlü, neşeli zannettiklerin aslında pek dertli, düşünceli zannettiklerin aslında pek kaba ve bencil çıkabilirmiş. O hâlde, güzeller güzeli Habîb-i Kibriyâ’nın tavsiyesi üzere, zannın çoğundan sakınmakla beraber, kenarımda köşemde hep, azıcık sû-i zannı, tedbir mâhiyetinde bulundurmam, bazen iyi olabilirmiş. “Zannın çoğundan sakının!” ifadesi, pek şümullü (kapsamlı). Şöyle ki: Sadece sû-i zannı değil, hüsn-i zannı da içine alır. Temelli hüsn-i zan, bazen ölçüsüz bir saflık ve körlük olabileceği gibi, temelli sû-i zan da, aynı şekilde ölçüsüz bir güvensizliğe götürebilirmiş. O hâlde, zanda da îtidal pek önemliymiş.
Vaktiyle biri, kardeşinden zarar görüp, bedbaht olmuştu. Sordum:
“-Sana zarar veren hasta kalpli insana, neden tedbirle yaklaşmadın a güzel?”
Cevabı pek derinden ve dertli geldi:
“-Çünkü hiç zarar ummadım. Çünkü hasta olabileceğini hiç düşünmedim. Çünkü hep güzel baktım. Çünkü olanları hep kendimden, kendi zaafımdan bildim. Elbette nefsimi kayırmamış ve kendimdeki hataları görmüş olmam güzeldi; fakat ben, kendime sû-i zan ettiğim kadar, karşımdakine sû-i zan etmedim. Muhatabıma hüsn-i zanda aşırı gittim.
En önemli bir başka hatam da şuydu: Kötülüğe uğramak hiç aklıma gelmediğinden, korkmadım. Bence öyle bir beldedeydim ki, orada arsız da, hırsız da olmazdı. Adı kardeş olandan, kalleşlik umulmazdı. Buna inanmıştım. Korku ne zaman oldu? «Acaba?» demeye başladığım zaman… Ben, kendim için bunu çok söyledim; ama muhatabımdan hiç şüphelenmedim. Kendi mekrimden emîn değilken, onunkinden emîndim. Onu neden kayırdım? Çünkü o, müslümandı. Çünkü onu sevmiştim. Sevgi, müsâmahayı ve ümidi perçinledi de, defalarca affettim. Yanlışından vazgeçer, diye bekledim.
E şimdi ne değişti? O muhâtap, aynı yanlışı tekrar tekrar yapmak sûretiyle, tevbelerinde samimi olmadığını ya da olamadığını göstererek, benim ona karşı duyduğum iyi niyeti baltaladığı için, «bakışım» değişti. Hem en güzel tedbir, şer’î ölçülere riâyetle mümkündü. İyi de neyleyeceksin?! Adamın bakışı yan... Sen ne kadar doğru dursan, o eğri görmede. Adamın bakışı bozuk. Sen ne kadar edepli olsan, o seni düşünceleriyle soyup soğana çevirmede. Ne diyeceksin? Lâ havle… Ve lâ kuvvete!”
Neyse ki, bütün bu olanları ibret nazarıyla seyrettiğimden, bu vesîleyle ben de, “hâllerimle Allâh’ın rahmetini ne kadar zorladığımı, aynı hataları tekrarlamak sûretiyle nefsimin nasıl da cezâya müstehak hâle gelip durduğunu” gördüm. Anladım ki, affetmenin de bir sonu var. Merhametin fazlası çok sancı çektiriyor, çok maraz doğurtuyor. Her bir maraz, sancılarla doğan bir bebek gibi feryat figân ağlar ve ağlatırken, o merhamet, törpülenerek temelli azalıyor. Boşa dememiş diyen:
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden anlamayanın hakkı kötektir!”
Bu durumda, yani muhatap, hâl diliyle delice arzuladığında, kim diyebilir ki onu, kendi hayrına olmak üzere evire çevire dövmek zâlimliktir?
Dikkatli bakanlar görür: Cehennemin varlığı, adâletin doğrudan; rahmetin de tersinden tecellîsidir. Önceden pek ilgilenmezdim. Artık cehennem zebânîlerine ve yaptıkları hizmete, gönülden saygı duyuyorum!
Dedim ona:
“-Hak elbet yerini bulur ve aldatan, ancak kendini aldatmıştır. Lâ tahzen!”
Meğer yakan iğneler, derde şifaymış bazen…
“Müslüman, her hataya düşebilir; fakat aslâ yalan söylemez!..” buyuran bir Rasûl’ün ümmeti olarak, yalan söylemeyi sevmiyor ve yalan söyleyebilenlerden de hazzetmiyorum! İşte bu sebepledir ki, özellikle doktoruna, hastalığıyla ilgili eksik ve yalan bilgiler veren hastaya da acımıyorum. Zira öylesi, ya hastalığına âşık bir nasipsiz, ya da iyileşmek istemeyen bir samimiyetsiz!
Bir gün biri dedi ki:
“-Çok çetin bir hastalığa tutuldum. Ne yapsam bilmiyorum.”
Oradaki bir bilge, cevap verdi:
“-İlk tavsiye: Hastalığını gizleme. Fakat gidip derdini, hastanenin çaycısına, süpürgecisine de söyleme. Hastalığın söyleneceği kişi bellidir. Sana devâ olacak olan, en kıdemli hekimdir. O, dilerse bizzat, dilerse bir başkasına sevk etmek sûretiyle ilgilenir. Bunu yapmazsan ne olur? Hastalık, sendeki fazileti yiyerek beslenen koca bir canavara dönüşür. Hele bir de etrafına dokunan, bulaşıcı bir hastalıksa, sadece senin bünyene değil, senden ötürü başkalarına da zarar verir. İşte o vakit, mesûliyetin daha da ağır olur. Ashâbı, Rasulullah’tan hiçbir hâlini gizlemedi. Zaten, o ehil tabip, yüzlerine bakar bakmaz, muhataplarının hastalığını sezer, acısını hissederdi. Allah’tan değil de, insanlardan çekinen kimseye ne kadar yazık! Zaten işte bu en vahim ve en korkunç hastalık!..”
Dedim ona:
“-Haksızlık karşısında kıyâma dur, hak karşısında boyun bük. Lâ tahzen!”
Meğer celâl hem helâl, hem kesin hakmış bazen…
Sordu:
“-Kimin canı yanar? Dövenin mi dövülenin mi?”
En çok “sevenin” içi yanar. Hele de çok sevdiği birine, kendi elleriyle acı ilaçlar içirmek zorunda kalınca insan, âh ne büyük imtihan! Kıyarken içi kıyılır insanın... İğnesini batırırken, bir yandan da canı gider arının… Kızar döver, çocuktan çok içi yanar ananın. Ve insan, kendi ateşinin körüğüdür çoğu zaman… O hâlde, imtihan meydanında, adam akıllı ve insaflı olmak, mazlûm atlar adına, mertçe haykırmak lâzım:
“-Ey yaramaz süvari! Kılığın, kırbacın tamam! Fiyakan cakan yerinde! Kendince iyi de usûl biliyorsun; ama o üstüne çıkıp durduğun, binek atı değil, hür rûhlu bir kısrak! Ve Allâh’ın izniyle, başka kimsenin değil, ancak ve ancak, Rabbinin sınırları içinde yaşayacak! Sanma ki, her dâim öyle, sabredecek yüküne. Bir daha yelten hele, gör bak, neler olacak!”
Dedim ona:
“-Mazlûmların ve garîplerin yanında ol. Lâ tahzen!”
Meğer dolanıp duran, belâ-yı aşkmış bazen…
Ve dedi:
“-İşte anla ki derdim, hem murâdımdır. Celâlim şahlansa da, yine muhâtabımdır. Bilirim, kerem etmek yakışır mürîdâna... Hâlini düzeltmekle yardım et ihvânına. Elbette lafla olmaz murâkabe-i muhabbet.
Zararı dokunana da, akacak gönlünden rahmet! Korkma!
Say ki, şimşeklerin ardından bereket inecek. Ve kork! Belli de olmaz hiç, belki sel, yıkıp geçecek!
Gözlerinde hiç dinmeyen, karla karışık bir yağmur… Ayaklarında yürümeni zorlaştıran koyu bir çamur… Uçmaktan geçtim, bir adım atmak bile ne zor bazen…”
Dedim ona:
“-Âşıksan belâya da sevin. Lâ tahzen!”
[1] Lâ Tahzen: Mahzun olma, üzülme!
(Bu ifâde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sevr Mağarası’nda Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’a söylediği:
“-Mahzun olma! Allah bizimledir” ifadesine bir telmihtir.)
YORUMLAR