Çocukların bir özelliği vardır; kendilerini sevenin değil, kendi sevdikleri kişinin sözünü dinlerler. Bir çocuğun olumlu davranışını pekiştirmek, olumsuz davranışını düzeltmek herkesin harcı değildir. Çocuk, sevdiği kişi hâriç, kimsenin dediğini yapmaz… Çocuğumuzun dostu olamamışsak, kendisinden bir şeyi yapmasını istediğimiz zaman, o işi yapmamak için elinde gelen her yolu dener. İş tehdide kadar gider. İstediğimizi yapsın diye fizikî ya da duygusal şiddet uygularız. Korku ile yaptırır mıyız istediğimizi? Yaptırırız. Peki! Sevinelim mi, çocuğum dediğimi yapıyor diye? Hiç sevinmeyelim. Çünkü korku ile yaptırılan bir davranış değişir belki, ama çocuk o davranışı aslâ kabullenmiş değildir. Yani davranış değişir, fikir değişmez. Tehdit ortadan kalktığı an, çocuk hiç de kabullenmediği o davranışın uygulamasını ortadan kaldırır. Severek yapsaydı, olumsuz davranışı düzelirken, düzelmesinin gerektiği fikri de oluşurdu.
Rahmetli babam, ilkokul son sınıfa gelince:
“-Okulun biter bitmez ablan gibi sen de Allâh’ın emrine uyacak, başını kapatacaksın.” dedi.
İlkokul öğretmenimi çok sever, bir dediğini iki ettirmezdim. Başörtüsüne dair olumlu düşüncesi yoktu ve bunu sınıfta bizlere de yansıtırdı. Babamın bu sözü beni bir çıkmaza sürükledi, öğretmenimi seviyorum; başımı örtmemi istemeyeceğini biliyorum. Babamı seviyorum; başımı örtmemi istiyor. Benim ne istediğim ortada yok, çünkü aklıma bile gelmiyor:
“-Bana sormadan benim hakkımda karar veremezsiniz, sizi ilgilendirmez.” demek…
Okula gider gitmez öğretmenime; “babamın okul biter bitmez başımı örtmemi istediğini” söylüyorum. Öğretmenim büyük bir öfke ile çağdışı bu uygulamayı kabul etmememi söylüyor. Çok etkileniyorum. Koskoca öğretmen her şeyi biliyor, bunu mu bilmesin! Bu kez sıkıntım babama durumu nasıl izah edip; “ben başımı kapatmak istemiyorum, öğretmenim izin vermiyor!” diyeyim?
Akşam babam gelir gelmez tüm samimiyetimle:
“-Öğretmenim izin vermiyor, bu devirde baş örtülmezmiş, ben çağdaşmışım.” deyiveriyorum.
Babam bize kıyamazdı, sert de bakmazdı. O gün öyle bir bakışla bakıyor ve öfke ile:
“-Ben ne senin, ne de öğretmeninin fikrini sordum. Allah emrediyorsa bir şeyi yapacaksın. Öğretmenin kim oluyormuş?” diyor.
Çocuklar, sevdikleri kişinin sözünü dinlerler. Ben de, o dönemde Allah sevgisine dair güçlü bir duygu yok. Çünkü Rabbimi çok iyi tanımıyorum. Şimdiye kadar Rabbimi tanımam ve aramızda güçlü bir sevginin oluşması için pek bir gayret sarf edilmemiş. Neden Rabbini iyi tanıtmadan yapması istenen amel, emri vâkî ile, mecburiyet şartı da eklenerek bir çocuğa bildirilir?
Hayret ediyorum bugün!.. Allâh’a itaat etmemi istemeyen öğretmenim, benim kendisine itaat etmemi istiyor. Dünya ne garip, “herkes kendisinin sözünün dinlenmesi için” bağırıp çağırmakta… Küçüğünden büyüğüne herkes, kendisine itaat ettirme derdinde…
* * *
Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann yargılanmaktadır. Psikiyatrlar, Eichmann’ın son derece sağlıklı ve normal olduğunu saptarlar. Bu durum, Yale Üniversitesi’nden psikolog Stanley Milgram’ın ilgisini çeker. Acaba milyonlarca insanın toplama kamplarında öldürüldüğü Nazi Almanyası’ndaki yüzlerce üniformalı, yalnızca âmirlerine itaat edip, vazifesini yerine getiren, “işini” yapan, sıradan insanlar olabilirler miydi?
Milgram (1963), bu sorunun cevabını bulmak için bir dizi deney gerçekleştirir. Bu deneyde laboratuara alınan kimseleri, “beyaz bir önlük” giymiş deneyci karşılar. Ayrıca, denek laboratuara geldiği zaman, yaşlı bir adamın da bu deney için beklediğini görür. Deneklere, deneyin bir öğrenme deneyi olduğu ve bu öğrenme olayında birinin öğretmen, diğerinin ise öğrenci olacağı söylenir.
Öğretmenin vazifesi, öğrenci bir hata yaparsa onu cezalandırmaktır. Bu ceza ise elektrik şokudur. Kimin öğrenci, kimin öğretmen olacağını belirlemek için de kura çekilir. Öğretmen rolündeki denek, voltajı artıran düğmelerden oluşan büyük bir elektrik jeneratörünün önünde oturtulur. Öğretmen, öğrenciye kelime çiftlerinden oluşan bir listeyi öğretmek ve eğer öğrenci hata yaparsa, ona şok vermekle yükümlüdür. Öğretmenin en düşük voltajdan başlayarak elektrik şokunu her hatada artırması istenir.
Deneyden önce uzmanların tahmini, deneklerin üzerinde vahşetin caydırıcı olacağı, “Voltajı artır!” sözünü dinlemeyecekleri yönündedir. Fakat Milgram’ın deney sonuçlarına göre deneye katılan deneklerin yüzde 65’i bütün voltaj derecelerini öğrenciye verir. Hiçbir denek, 300 volttan (en fazla 450 idi) önce deneyi bırakmaz.
Bu neticeler, akademi çevrelerini rahatsız eder. Otorite mekanizmaları ile karşı karşıya kalan bizlerin de bir canavara dönüşme potansiyeline sahip olduğumuz ortaya çıkmıştır. Bu deney, Türkiye dâhil pek çok yerde tekrarlanır. Neticeler esef verici olmakla birlikte aynıdır.
Günlük hayatın düzeni içinde, hepimiz, bizden daha güçlü bir üstümüze itaat ederiz. Zorla ya da gönüllü olarak… Bizim fıtratımızı bilen Mevlâmız, “sadece kendisine itaat etmemizi”, itaat etmemizi emrettiği kişilere de “Allâh’a itaat etmeleri kaydı ile itaat etmemizi” emreder. Aksi durumda dünya, “hevâ ve heveslerine köle olmuş psikopat insanlara itaat” ve “köleleştirilen zavallı insan hikâyeleri” ile dolar taşar.
Başkalarına itaatte, “Allâh’a itaat şartı”; hemen mihengimiz olur ve O’na isyan noktasında kimseye itaat etmeyerek; hem kendimizi hem de çevremizdeki varlıkları kötülüklerden korumuş oluruz.
* * *
Tek itaat edilen Allah’tır. Allâh’a itaat etmeyene, itaat edilmez. İster koca olsun, ister, idareci…
Mihengimiz, Allâh’a itaattir. Kimse bizden kendisine itaat etmemiz için Allâh’a isyanı emredemez!. “Sen kimsin?!” der geçeriz de, Rabbimizden geçmeyiz. O sebepten itaat, sadece Allâh’adır.
“Kocanıza itaat edin!” buyurmasa idi, kim kocasına itaat ederdi?! Hanımın birisi, eşinin kendisinin başını açmasını istediğini, aksi halde boşayacağını söylemiş ve evliliğin devamı için itaat etmesinin uygun olup olmadığını sormuştu. Aslâ başını açmamasını, eşi talep edene kadar boşanma talebinde bulunmamasını, eşinin hidâyeti için duâ etmesini tavsiye etmiştik. Şartlar zorlaşır da bu sebepten boşanması gerekirse, Allâh’a tevekkül edip, boynunu bükmesini, ama aslâ başını açmamasını kendisine söylemiştik. “Hakk’ın hatırı âlîdir, gayriye itibar edilmez!” demiştik.
* * *
Küçükken yazın câmiye Kur’ân okumaya giderdik. Camiye giderken başımızı örter, eve gelince açar, sokağa çıkar oyun oynardık. Câmi hocasını görünce de utancımızdan kıpkırmızı olurduk. Bizi başı kapalı gören hocanın, bu hâlimizle görmesini istemediğimiz, utandığımız için... Yani görmese utanacağımız falan yok. Görünce utanıyoruz. Neden bana böylesi bir utama duygusuna sahipken, beni daima gözleyen bir Allâh’ın varlığı küçüklüğümde anlatılmadı. Hocamızdan bu kadar utanan bizler, Rabbimizden daha çok hayâ etmez miydik?
O yaz başımı kapattım. Ortaokula başladım. Yol boyu kapatıyor, okulda açıyoruz. Bir gün karar verdim, yol boyu başımı açsam kim görecek, babam nereden bilecek? Başörtümü çıkardım. Çantamın içine koydum. İçimde bir sıkıntı; öleceğim neredeyse. Hemen başımı örttüm. Aklıma ilk gelen babamdı. Ona ihânet etmişim gibi geldi.
Kalbimi hep yoklarım, neden babama ihânet ettiğimi düşündüm de Allâh’a değil. Çünkü öyle bir şuur verilmemişti. Îman taklitten ibaretti ve tahkîk hâline erişememiştim. Allâh’ın, o an ve her an beni görüp durduğunu idrak edemiyordum da, câmi hocası beni gördü diye utanıyordum. Bu hâlimi Allah görüp duruyor diye neden utanmıyordum?! Bu aslâ atlanmaması gerekli, çok önemli bir şuurdu. Bir şeyi Allâh’ın emri diye zorlamadan önce, Allah’ı sevdirmenin ne kadar önemli olduğunu hep düşündüm.
Ben çocuğum, bana Allâh’ı sevdir, bir de Kur’ân’ı öğret!.. Başka bir şey söylemene gerek yok. Çünkü vakti zamanı gelince, sevdiğimi üzmemek için elimde geleni yaparım. Çok sevdiğim için ihmal de etmem.
Bana Allâh’ı öğret. Namazı nasıl kılacağını sormak için Hazret-i Ali’nin peşinden denizde yürüyen; ibadet etmeyi bilmediği için kendisini dağdan yuvarlayan adam gibi olurum. Mânevî mertebesi ile Hazreti Ali’yi şaşkına çeviren, “Bildiğin gibi devam et!” sözüyle tasdik edilen âşık gibi... Çünkü bir kişi çok sevince, zaten sevdiğinin aşkından mecnûna döner.
Abdullah bin Mübarek Hazretleri, huzuruna gelen birine:
“-Allah Teâlâ’ya isyan ederek, O’nu sevdiğini söylemen acayiptir. Eğer sevgin doğru olsaydı, O’na itaat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itaat eder!” buyurmuştur.
* * *
Ben çocuğum, bana Rahman’ı anlat. Benim için neleri yarattığını, beni nasıl sevdiğini, koskoca Cebrail -aleyhisselâm-’a bile benim için nasıl secde ettirdiğini, âlemi nasıl benim hizmetime verdiğini… Bunları anlat bana...
Beni “Yakacak!” diye korkutma. Korkarsam, nasıl severim. Ancak seversem kaybetmekten korkarım. Onu incitmekten korkarım. O’nun beni sevmemesinden korkarım. Sadece Kur’ân alfabesini okutup da bu şuuru vermeyen hocama kızarım. Gâyemi karıştırıp da gayeme ulaştıracak sebebi, asıl gayemmiş gibi göstermesine kızarım.
Ben çocuğum bana, Allâh’ı sevdir. Çok sevdir, senden de çok seveyim. En çok onu seveyim. Çünkü ben herkesten çok O’na muhtacım, O’na mecburum. Hiçliğim O’nu sevmekle mânâ kazanır.
Bugün, o öğretmenimi hiç sevmem. Gerçek sevgili ile arama girmeye çalıştığı için… Ben küçüktüm, ona sordum. O ise nefsini, Rabbimin önüne geçirdi. Babamı hep severim. Tam olarak öğretemese de Allâh’ın emirlerini yerine getirmeye gayret etmiş. O’nun dostâne, iletişime uymayan emredişini, samimiyetine binâen yok farz ederim. Cenâb-ı Hakk’ın itibarı yanında, kulların itibarı mukayese bile edilmez.
* * *
“İtaat” kelimesi, “söz dinlemek, boyun eğmek, emrince gitmek”se; itaat için belki de en önemli kelime, itaat edilecek kişiyi “sevmek”tir. O sebeptendir ki, emirler Kur’ân-ı Kerîm’de hep îman ehline yapılır.
“Ya eyyühellezîne âmenû: Ey îman edenler!” denir. Zira îman eden kişi, gerçekten seven kişidir. Sevmeden îman olmaz çünkü…
İtaat kavramını en güzel Âl-i İmran Sûresi, 31. âyet-i kerime ile anlarım:
“De ki: Eğer siz Allâh’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün, Allah gafûrdur, rahîmdir.”
İtaat konusunda birinci olmazsa olmaz hassasiyet: “Beni seviyorsanız” tabiridir. Çünkü kişi sevdiğine itaat eder. Yani daima ön şart sevgidir. Allah, sevgisiz bir itaatten bahsetmez.
İkinci hassasiyet, “Rasulüme itaat edin.” Sevgi, kuru bir dâvâ değildir. “Seni seviyorum!” kelimesi, hiçbir mânâ ifade etmez, ispat ister. Sevgi amele geçiyorsa sevgidir. Aksi yalandan başka bir şey değil… Sevgiyi ölçmekte mihenk, Allah’ın Rasûlü’ne itaat etmektir. Seven, sevdiğinin sevdiğini de sever. Kişi itaat ettiği kişinin sevdiklerini sever, sevmediklerini sevmez. Sevgi, ispat ister.
Yerlerin, göklerin ve her ikisinin içindekilerin sahibi olan Cenâb-ı Hak, “Bana itaat edin!” buyurmadan önce, “Rasûlüme itaat edin!” buyuruyor. Bu, hayranlık derecesinde bir emir… Yüce Yaratıcı, sevgisinde nasıl da vefâlı…
Allah Teâlâ’yı, Peygamber Efendimiz kadar kimse sevemez. O’nun Allâh’a itaati kadar kimse itaat edemez. Allâh’a itaatte başarımız, ancak Efendimizin İslâm’ı yaşayışını öğrenerek tatbik etmekle mümkündür. Kur’ân, “okunan kitap”; Efendimiz, “Yaşayan Kur’ân”!..
Bu konunun bir diğer önemli tarafı da, “Allâh’a sevginin neden Peygambere itaat” şartına bağlandığıdır? Peygamber Efendimiz öyle bir peygamber ki; O’nun bizi sevdiği kadar biz kendimizi sevemeyiz. Bize düşkünlüğü “hırs” derecesinde... Biz, nefsimize zulmeder, günah işleriz; O ise cehennem ateşine düşmememiz için çırpınır. Bu ön şart, bizim iyiliğimiz için… Efendimiz, kendi tabiri ile “ateşin başına oturmuş, pervâne misâli, ateşin etrafında uçuşan bizleri, düşmeyelim diye elleri ile kovalayıp durmakta”… Ateşe atılmamız, Peygamber Efendimize çok ağır geliyor. Beni benden çok sevene itaat etmemek, O’nun sözünü dinlememek, ahmaklık değil de nedir?
Üçüncü hassasiyet, “Peygambere itaat edin ki, Allah da sizi sevsin!.” Sevgi ile yapılan itaatin karşılığı ancak sevgidir. Rabbimiz, hiçbir mecbûriyeti olmadığı hâlde itaat edenleri seveceğini, sevgisinin de bir kuru iddia olmadığını âyetin devamında ifade ediyor:
“-Benim sevgim de kuru bir iddiâ değil; sevgimin gereği affetmem, bağışlamamdır.”
Bağışlamak çok zordur, hele ki çok sevdiğimiz kişiyi bağışlamak daha zordur. Çünkü hayal kırıklığı, aldatılmış olma duyguları çok yoğun yaşanır. Kişi, en çok da sevdiğinden yaralanır. Affedilse bile kırıklık devam eder. Hiçbir şey eskisi gibi değildir. Yüce Rabbimiz ise en zor olanı yaparak; hem de affedeceğini, hem de bizlere hiç hata yapmamışız gibi muâmele edeceğini, işlenen hatayı gündeme dahî getirmeyeceğini bildiriyor. Nerede görülmüş böylesi sevgi... Nerede görülmüş böylesi vefâ!..
Gel de bu haber ile Cafer-i Tayyâr olma!
Gel de Allah aşkından dönme…
YORUMLAR