Zîrâ her çeşit lafa karnım doyalı, hayli zaman oluyor. Bana kuru laf değil, işe yarayacak, gemi yürütecek iş; her hâlukârda yanımda durabilecek, çekip gitmeyi değil, muhabbetli bir beraberliği yeğleyecek seviş lâzım. Sadâkat, yakınlık, dayanıklılık lâzım. Hakkını yemeyeyim, serenâtı gayet iyi beceriyorsun ve bunu dahî yapamayanlar var. Nağmelerle oyalamayı iyi biliyorsun. Şiir düzmek de, her duruma uygun şarkılar söylemek de senin işin; lâkin iş bu kadar basit değil!
Zavallı ham meyvecik! Sen, daha pek toy, işlenmeye pek muhtaç durumdayken, seni dalından, vaktinden önce koparıp alan biri olsa diye hevesle bakıyorsun. Oflayıp durmaların, sızlanıp şikâyetçi olmaların, sabırsızlığındandır. Sen, güneşin tepende durup sana kızmasından rahatsız oluyorsun. İstiyorsun ki, hep bahar rüzgârı essin, yüzünü okşasın. Hâlbuki o güneş sana kızgın yüzüyle bakmasa, ebedî olgunlaşamazsın. İyisi mi sen, ondan kurtulmanın yolunu aramayı bırak da, lutfedip sana dokunduğu için minnettar olmaya bak. Vallâhî, biri seni, senin güneşi kötülediğin kadar kötülese, dönüp suratına bakmazsın. Şükret ki, güneş, Rabbinin emrincedir de, sen ne kadar nankör gelirsen gel, vakitlice doğar, batar, yumuşar veya kızar.
Âh, körpeden de körpecik! Acılar seni korkutmasın. Kederler seni yıldırmasın. İyi bil ki, onlar senin hakkındır. Hiç Allah kuluna zulmeder mi? Başına ne geliyorsa, senin hayrın içindir. Kâh günahların temizlenir çektiklerinle, kâh Rabbine yaklaşırsın, makamın yükseliverir. Sen, her hâlükârda, hamd etmeye bak. Zîrâ başından aşağı yağmakta olduğunu düşündüğün keder yağmuru, eğer bilirsen, berekettir.
Gel nâzenin bebecik! Sen sen ol, işini hakkıyla yapmaya çalış. Fakat hiçbir zaman, “Ben bu işi hakkıyla yaptım.” vehmine kapılma. Bir işi hakkıyla yapmaya kâdir olan, ancak Allah’tır. Sende ille de kusur, eksiklik ve yanlışlık bulunabilir. Mükemmellik, Allâh’a hastır. Kendini mükemmel addedip, başkalarını kınadığın ân, zaten, ne acıklı bir ândır. Zaten “haddini bilmek” fazîletinden sıklıkla uzaklaşıyorsun. Harama göz dikiyor, bununla da kalmayıp gönül veriyorsun. Hakkın olmayanın peşinde dolanmak gibi bir gâfillik yapıyorsun. Allah seni korumasa, etrafında dolanmanın ötesinde, tam kucağına da düşersin ya, şükret, muhafaza ediliyorsun. O hâlde, onu bunu kınamayı bırak da, kendi hâlinin endişesiyle, aklın varsa, her an gözyaşları içinde, Rabbine yakar.
Gerçi sen, huzurunda el açtığın O Yüceler Yücesi’nin ölçülerini, nefsine uydurmak hususunda da pek mâhirsin. Haramlara bakışın bir garip. “Nasıl yani?” dersen, hemen bir örnekçik vereyim: Meselâ; zinâ da haramdır, israf da… Oysa sen, zinâdan kendi çapında pek büyük bir titizlikle sakınırken, israfın içinde yüzüyorsun. Üstelik -maâzallâh- zinâ etmiş birini görsen, dünyanın en masum ve temiz insanıymış gibi rol kesiyor, o zâniye aşağılayarak, acıyarak, daha da vahimi, bir leşe bakarmışçasına bakıyorsun; fakat kendi müsrifliklerine hep, en ciddi ve rahat tavırlarla, kılıflar uyduruyorsun. Bunu o kadar ustalıkla yapıyorsun ki, seni gören, israfın ibadet (!) olduğunu zanneder. İşine gelen hususlarda, haramlar için bile koca koca gerekçeler üretiyorsun ya, ne diyeyim, helâl (!) olsun. Bugün çıksa da birileri, “Zaten zinâ çok yaygınlaştı, demek ki, haram olmamalı!..” dese, senin tavrından başka bir tavır sergilemiş olmaz. Zîrâ sen de, müsriflerin sayısı temelli arttı ve sen de o kalabalığın içindesin diye, israfın ne kadar ciddi bir “haram” olduğunu unutmuş görünüyorsun.
Sev! Sev ki, belki temizlenir, adam olursun. Sevmek, seni senden alacak ve yeni bir “ben” yapacak yegâne ilaçtır. Nefesini daraltsa, gururunu yerlere atsa, gücünü tüketse de sev. Zîrâ bunlar, sendeki birtakım hastalıkların tedavisi demektir. Yemende, giymende, söylemende, uyumanda, aklına gelebilecek her durumunda bir tuhaflık var mı, yok mu, sen düşün. “Helâl lokma” edebiyatı yapmayı çok seviyorsun; ama lokmanın helâl olmasını, sadece helâlinden kazanılma şartına bağlıyor, vücuduna zulmedecek kadar çok yemekte bir beis görmüyorsun. Söylesene, helâl parayla eline aldığın lokmalar, “midene zulüm aracına dönüştüğünde” yine de helâl midir?
Âh, inatçı keçicik! Sana haddini bildirecek en güçlü şey, açlıktır. Başka zamanlarda beğenip yüzüne bakmadığın nice nîmeti, aç kaldığında hasretle ararsın. Bil ki, ekmek bir yemektir. Tuz, bir yemektir. Süt, bir yemek… Senin, bir öğünde yemeye alıştığın üç-beş çeşit hâricinde, sofranda hep bulunan ve sürekli elinde olduğu için, artık yemekten bile saymadığın bu üç güzel, sana kim bilir nasıl da gücenmektedir. Yemeğe “iğrenç” deme! Sakın böyle bir terbiyesizlik yapma! Yediğin, bol bulamaç önünde; yemediklerin de dolaplarda duruyor diye, şımarma. Tıkınıp durmaktan zaten, çoğu zaman sağlıklı düşünemez oldun. Sanki günde üç-beş öğün yemek farzmış gibi, karnını doldurdun da doldurdun. Üstelik “yine mi aynı yemek, bıktım yaa!” demekle sen, Hazret-i Mûsâ’nın tebliğ etmeye çalıştığı o kavme benzemiş oldun.
İyi bil ki, şu ettiklerin bolluktan değil, şımarıklığındandır. Allâh’ın Habîbi Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-, karnına yokluktan taş bağladı sanıyorsan, yanılıyorsun. Hayır, onun karnına taş bağlayışı yokluktan değildi. Zîrâ o dilese, dünyanın ve âhiretin en zengin sofraları önüne serilir, kimselere edilmeyen ikram, O’na edilirdi. O taşlar, işte, bu asırda, sen bunu duy da, yemeğe bel bağlama diyedir. Sakın ha, O Yüce Peygamberi, yokluktan karnı aç gezen bir âcizle karıştırma! Bu, çok büyük bir gaflettir. O, öylesi en güzeli olduğu; asırlar sonra, her işini yemek saatlerine göre ayarlamaya kalkacak ümmetinin durumunu, tâ o zamanlardan fark edip, asırlar sonrasına bir mesaj ulaştırmak istediği için böyle davranmıştır. Düşün ki, müslümanın sirozdan öldüğü âhir zamandayız. Ve Habîbullah, -biiznillâh- bu günleri perdesiz seyredendi.
Ne vakit, işine gelmeyen bir söz duysan, itiraz ediyorsun. “Kapının sahibi efendi” ile “efendinin hâmisi kapıcıyı” birbirinden ayrı zannediyorsun; ama onların ayrısı ve gayrısı yoktur. Sevip hürmet ettiğin, seni dışarıda bırakıyor, bunu da sana kapıcısı ile bildiriyorsa, orada kal! İçeri alıyorsa, edeple gir. Sohbet, sadece “kulakla dinlenen” değildir. Nice sohbet vardır ki, sözsüz, gözsüz, sadece gönülle dinlenir. Hele de kapıcıya itiraz edişinin bahanesi, yanındaki misafirinin aşkıysa, daha da büyük hata içindesin demektir. Zîrâ yanık kişi, tam tâbî olmuştur ve efendinin kapıcısını da efendi bilir. Yanık kişi, sırf “mâşuku öyle emretmiş” diye, îcabında dışarıda kalır ve bundan ötürü küçücük bir üzüntü bile hissetmez. Yanıklar için sohbet, kimi zaman kapıda, kimi zaman huzurda, kimi zaman yakında, kimi zaman uzaktadır. Her hâlükârda, o kişi, sevdiğine zaten yakındır. Sanıyor musun ki, sen onu mâşuku olan efendinin emrine rağmen içeri soktun da, o yanmaktan kurtuldu? Hayır! Vallâhî hayır..!
Seni zayıf peykecik! Ne vakit biri, bir sıkıntısını da alıp sana dayanmaya kalksa, ya çöküyor, ya gidip bir başkasına aktarmak sûretiyle zaaf gösteriyorsun. Söylesene, ne vakit, tam anlamıyla güvenebilecek sana insanlar? Ne zaman bırakacaksın laf taşımayı? Ne vakit bıkacaksın kovuculuktan? Mâdem o kadar zayıfsın, bak sana bir tavsiye: Ya bırak güçlü gibi görünmeye çalışmayı ya da adam gibi dur da, “mâşaallâh” diyelim.
Canın, hep yağlı ballı yiyecekler istiyor; ama bilesin ki “acı” haktır. Başına gelen en küçük bir şerden bile ödün patlıyor. Karşına hep hayırlı, âbid, nezih kullar çıkacak diye bekliyorsun ya, o dediğin ancak cennette mümkün. Zaman zaman küfürbaz, densiz, arsız kimselerle yolun kesişmese, nasıl “nehy-i ani’l-münker” tâlimi yapacaksın? Eyyûb -aleyhisselâm-’ı unuttun mu ki, o, hastalık kendisine uğradığında, sağlıkta geçirdiği süre dolmadı diye, hastalığının bitmesini dilemekten hayâ etmişti. Yıllarca hayır içinde kalsan, yıllarca Allâh’ın nimetlerine mazhar olsan da, sadece birkaç defacık şer addettiğin yokluklarla sınansan, isyana duruyorsun, ne iş? Sen gibiler, yüzüne kırk yıl gülünüp, kırk saniye somurtulsa, korkarım, o kırk yılın hatırını siler atar!
Âh, hazımsız midecik! Bir de, senden öte olanları çekememe huyun var ki, keskin sirkenin küpüne zararı gibi, külliyen sana zarar. Zekîsin; fakat bu mârifet değil. Şöyle bir dönüp bakarsan, dünyanın başına belâ olmuş ne kadar insan varsa, hepsinde de aynı vasfın olduğunu görürsün. Zîrâ zekâ, şeytanda da var. Sana lâzım olan akıldır. Akledebilmek ise, kalbi ölmemiş adamın kârıdır. Dön kalbine bir bak, ne hâlde… Hırs, hased, kin, düşmanlık gibi nice hastalıkla biçâre kalmış bir kalp, akledebilir mi sanıyorsun? Azıcık îmânın varsa, önce, güzel bakmayı dene!.. Etrafına güzel bakışlarla bak ki, görüşün güzelleşsin. Sonra belki, senin hastalıklarının kurbanı olmuşlar, sana bile tatlı görünür de, onların, üzerinde birikmiş haklarından temizlenip, hafiflersin.
Şu hâlinle, hayırlarında dahî kir kokusu var. Düşün ki, namaz da kılıyorsun; ama çevren, senin şerrinden Allâh’a sığınıyor. Durumun pek vahim!.. Bu hâlinle tek faydan, bir başka duâya vesile olmandır. O duâ da şudur: Yâ Rabbî, namaz kılan bir kardeşten dahî bu zarar görülüyorsa, sen namazsızların, îmansızların şerrinden hepimizi muhafaza buyur. Âmin…
İşte, sana sunduğum, bir çıkında birkaç hafta gidecek kadar çok acılı azık... Dilersen ye, dilersen başkasına ikram et, sen bilirsin. Yeter ki, yükseklerden atma! Yeter ki, “özü, sözü, yüzü bir” er kişi ol! O vakit, dile kulun olayım. Ama şimdi uzak dur! Gelip gidip bana masal anlatma!
YORUMLAR