Bu ay, merhum Üstaz Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nin vefâtının 28. sene-i devriyesi... 12 Şubat 1984 tarihinde rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu. Yıllar ne kadar çabuk geçiyor. Ömür, bir su gibi akıyor. Ama insan, geride “sadaka-yı câriye” yani devam edip giden hayır ve sevap kapıları bıraktıkça, vefât etse de amel defteri kapanmıyor.
Merhum Mahmud Sâmi Ramazanoğlu üstadımız da, Allâh’a şükürler olsun, geride birçok sadaka-i câriye bıraktı. Bir taraftan çok büyük maddî-mânevî sıkıntılar altında neşredilmeye başlayan kıymetli eserleri, bir taraftan yine büyük bâdireler içinde çile ve meşakkatler altında yetiştirdiği talebeleri… Diğer taraftan kurulmasını teşvik ve işaret ettiği hayır müesseseleri…
Onlar, bu bahar günlerinin ilk müjdecileri gibiydiler. Cenâb-ı Hak, onları, bir kış mevsiminde dünyaya göndermiş ve onları meşakkatli bir işe memur etmişti: Baharın müjdecilerini hazırlama vazifesi…
Dînî ilimlerin ve dîne âit birçok müessesenin büyük mahrumiyetler ve mağduriyetler altında olduğu bir dönemde, alnını secdeye giden insanların sayısını çoğaltmak için dağ-taş demeden Anadolu’nun pek çok köyüne, kasabasına ulaştılar. Bir ihvanın bulunduğu haberini alınca, sarp yamaçları aşarak dağ köylerine gittiler, o din kardeşleri ile hasbihâl edip maddî-mânevî sıkıntılarını dinlediler. Güçleri nispetinde yükünü hafiflettiler, gönlünü hoş ettiler. Bir kişi, bir kişi başladıkları bu sohbet ve hasbihâllerini, devrin şartlarına göre, bazen kalabalıkların iştirâk ettiği sohbet halkalarına döndürdüler.
O devirlerde kaleme almaya başladıkları Hazret-i İbrahim, Hazret-i Yusuf, Bakara Sûresi Tefsiri, Musâhebe ve benzeri eserleri, pek çok mecliste defalarca okundu. Her bir satırı âdeta, çöllerde can çekişen ruhlara hayat veren bir pınar oldu.
Böyle sohbet, kitap ve benzeri irşad faaliyetlerinin yanı sıra, Mahmud Sâmi Efendi’yi belki de devrinin münevverleri arasında seçkin kılan en büyük hasleti, örnek ahlâkı ve Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine bağlılığı idi. O, âdeta vücudunu ayakta tutacak kadar az yemek yer, az uyur ve az konuşurdu. Daha çok sükût ve tefekkür hâlini muhafaza eder, konuştuğu zaman da etrafındaki insanları hayırlı ve sâlih amellere teşvik ederdi.
Çeşitli münâsebetlerle sık sık temas edildiği üzere, zamana çok riâyet eder, kul hakkına girmemek için azami gayret sarf ederdi. Hediyeleşmek, gönül almak, insanların gönüllerini kıracak ifade ve üsluplardan sakınmak en büyük meziyetleriydi.
Kur’ân-ı Kerim’e ve hâmil-i Kur’ân olan hâfızlara çok ihtiram ederdi. Dinimizin çizdiği helâl ve haram sınırlarına çok dikkat eder; mâhiyet itibariyle şüpheli şeylerden bile kaçınırdı.
Kendi devirlerinde, evlâtları mesâbesinde olan ihvânının, en muhâtaralı dönemlerden âdeta burnu kanamadan sâlimen geçmesini temin etmiş; bunun için gerekli tedbir ve dikkati sarf etmiş; ancak dinin öğretilmesi ve yaşanması hususunda da tâvizsiz bir tavır takınmıştır.
O, mânevî bir üniversite gibiydi. Bazen yüzyüze, bazen de uzaktan uzağa kendisine mensup olan talebelerini yetiştirmiş, onları Allâh’a ve Rasûlü’ne yaklaştırmak için bütün gücünü seferber etmiştir. Arkasında nice yetişmiş, sâlih, kâmil ve hâl ehli insanlar bırakmıştır.
Vefâtının yaklaştığı demlerde, gönlüne düşen Medine muhabbeti ile, o mübârek mekânlara hicret etmiş ve geride hicran dolu gözyaşları bırakmıştır. Rabbim, mekânını cennet eylesin. Bizleri de şefaatine mazhar eylesin. Âmin.
YORUMLAR