Bir çocuk düşünün; istediği ânında yapılan, her şeyi önüne hazır gelen, mücadele etmemiş, beklememiş, sabretmemiş; çevresindekiler onun emrinde… Sonra olur ya gücünüz yetmez de bir talebini yerine getiremezsiniz… O vakit sizden kötüsü olmaz, önceki sunulan imkânlar, fedakârlıklar ânında unutulur, öyle değil mi?
Bu şekilde büyümüş birisinin ne kadar bencil, nankör ve şımarık olabileceğini tahayyül bile edemezsiniz. Onu memnun etmek oldukça zordur. Bu sebepledir ki, şuurlu anne ve babalar, imkânları ne kadar iyi olursa olsun, evlâtlarının her istediklerini yapmaz; onları hazıra alıştırmazlar. Böylece sahip olduklarının kıymetini bilen, bazı isteklerinin hemen olmayacağını, bazen sabretmesi gerektiğinin şuurunda olan olgun fertler yetişir.
İşte nefsimiz de çocuk gibidir. İstekleri ânında olursa şımarır. Canının her istediğini hemen yapan ve buna rağmen “mutlu” olan gördünüz mü hiç? Ben görmedim! Doyumsuz, nankör, bencil, şükürsüz olurlar genelde… Çünkü yerine göre mahrumiyet de bir lûtuftur, insan için... Sıcak günlerde oruç tuttuğumuzda, bir bardak suyun ne kadar büyük bir nimet olduğunu hissedip nasıl da şükrederiz?! Eğer oruç sayesinde kendimizi Rabbimizin verdiği rızıklardan geçici olarak mahrum etmeseydik, hiçbir zaman o bir bardak suyun kıymetini bilemezdik!..
O hâlde sadece nefsini tatmin için yaşayan insan, mutsuz ve kişiliksiz olur. Çünkü nefsin isteklerinin sonu gelmez. Önce helâl olan şeyleri yapmanı ister senden, daha sonra helâl olanın fazlasını ister! Öyle ya, helâl de olsa, haddinden fazla tüketim, “israf”tır ve haram sayılır. Nihayet yavaş yavaş kılıflar uydurarak şüpheli ve açıkça haram olanlara tâlip olmaya başlar. Hâlinden hiç memnun olmayan çocuk misâli, durmadan ister, hep ister…
Esas düşman, içimizdedir. Bizim elimizi kolumuzu zincirlerle bağlamış, sanki tam bir esâret yaşıyoruz. Hürriyetimizi kısıtlayan, nefsimizin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri değil mi?
Nefsimizi, bizi zincirle bağlamış, azılı bir düşman olarak görelim. Onun her bir arzusunu da zincirin bir halkası… Canımızın istediği her şeyi yaptığımızda, zincire yeni bir halka daha ekleniyor ve böylece zincir, büyüyüp rûhumuzu sarıyor. Yaratanımız, “Heveslerini ilâh edinenleri gördün mü?!” (el-Furkan, 43; el-Câsiye, 23) buyururken, onların sonunun hüsran olduğunu da hatırlatıyor bize… Peki, nasıl kurtulacağız bu esaretten, kim kurtaracak bizi? Tabi ki yine biz…
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebük savaşından dönerken;
“-Şimdi küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz!” (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s: 198/374; Süyûtî, Câmî, II, 73/6107) buyurarak nefsin menfî istekleriyle mücâdelenin büyüklüğüne ve zorluğuna dikkat çekmişti.
Nefsin esâret zincirinden kurtulmanın tek çaresi; nefsimizle savaşmak, onun isteklerinin tersini yapmak… Yani Rabbimizi hoşnut edecek şekilde yaşamak... Böylece zincirin halkaları tek tek kopar, biz de gerçek hürriyetimize kavuşuruz. Esas hürriyet, Hakk’a teslim olmakla mümkün olur. Çünkü:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından bir lütuf olmak üzere size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)
İnsanlara her şeyi âmâde kılan bir Rab, kulunu sevmez mi? Onun kötülüğünü ister mi? O bize nefsimizin kötülüğü emrettiğini, şeytanın bizim apaçık düşmanımız olduğunu söylüyorsa, buna îtimad etmek zorundayız. Zaten nefsin ve şeytanın tuzağına kananların âkıbeti ortada…
Ey Rabbimiz!.. Bizi gerçek düşmanımız olan nefsimizin istek ve tuzaklarından koru!.. Bizi, gözümüzü açık kapatacağımız bir an bile nefsimizin eline bırakma!.. Bizi, hem küçük hem de büyük cihâdımızda muzaffer kıl! Âmin.
YORUMLAR