Bazı insanlar vardır, onları tanıdıkça gönlünüzdeki kıymeti daha da artar. Eserleri içinizi ısıtır. İşte dergimiz yazarlarından kıymetli kardeşim Ayşenur Vural Hanımefendi de böyle nâdide insanlardan bir tanesidir.
Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu mescidinde, Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri’ni anlatan bir eseri vâsıtasıyla başladı dostluğumuz… Her gün havuz başında kıymetli beyitleri paylaşırdık. Sonra Gönüllerin Sultanı, Kâinât’ın Fahr-i Ebedîsi’nin muhabbetini paylaştık günlerce… Aradaki yollar uzadıkça gönüller yaklaştı. Şimdi Üsküdar ve Fâtih Şehbal Kültürevi’nde “Mevlid-i Şerîf” dersleriyle coşturuyor gönülleri… Rakîk gönlüne siz değerli okuyucularımın da misafir olmasını istedim. Bu vesîleyle önce Süleyman Çelebi’de, sonra Gülzâr-ı Aşk’da, sonra da Varlık Nûru Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de huzura kavuşsun gönülleriniz…
Hazırsanız, buyurun bir kibar gönle…
“Mevlîd-i Şerîf Şerhi” dersleri yapıyorsunuz. Neden Mevlîd-i Şerîf?
Öncelikle şunu belirtmeliyim; röportaj mevzumuz öyle değerli ki, bende daha dervişâne, daha müeddeb konuşma hissi uyandırıyor. Fakir diyeceğim, biz diyeceğim; o derece tevâzû sahibi olduğumdan değil; mevzûmuzun kıymetinden, nâzım-ı muhterem Süleyman Çelebi Hazretleri’ne ve mübârek kitabına hürmet ve muhabbetimden mütevellid... Ve dahî “Gülzâr-ı Aşk” ve Hüseyin Vassaf Bey’in tedrîsindeyim hayli zamandır, üstad incinmesin.
Bir de kelimelerimizi belirleyelim ki, aynı mânâlarda birleşelim. Mevlânâ Hazretleri; “Ne kadar iyi söylersen söyle, senin söylediğin, muhatabının anladığı kadardır.” buyuruyor.
“Mevlid” kelimesinin imajı biraz farklı; bid’at denmiş, halkın câhilliğine verilmiş, metnindeki ifadeler yadırganmış, eleştirilmiş; ben bu mübârek kitabı, şâirinin verdiği isimle anmayı tercih ediyorum ve bu isimle kalplerde, dimağlarda yer bulmasının, tekrar hayatımıza katılmasının kolaylaşacağını umuyorum.
Yani “Vesiletü’n-Necât” mı?
Evet, “vesîle” ve “necât”... “Kurtuluş Vesîlesi”... Âlemlere Rahmet olan Peygamberimiz’i anlatan bir kitaba, ne kadar yakışıyor bu isim!
“Ne zaman bir sıkıntıya düşerseniz, bana salavât getirmeyi arttırın ki, Allah sizi o sıkıntıdan kurtarsın!..” buyuruyor Peygamber Efendimiz… Salavâtı “kurtuluş vesîlesi”, sıkıntılardan…
O’nun hakkında, “De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” buyuruluyor Cenâb-ı Hak tarafından… Sünneti, “kurtuluş vesîlesi”, Allâh’a uzaklıktan...
Vefât ânında şefaatini anlatan hâdiseler rivayet ediliyor, kendisinin hadîs-i şerîfleri var, mahşer meydanında şefaat edecek inşâallah!.. Şefaati, “kurtuluş vesilesi”, imansız ölmekten, kabir azabından, cehennem azabından...
Şâir der ki:
“Aman lafzı Sen’in ism-i şerîfinle müsâvîdir
Anınçün âşıkın zikri aman’dır ya Rasûlallah”
el-Aman, bir kurtuluş feryadıdır, yardım çığlığıdır… Ebced hesabı ile “aman” kelimesi ile “Muhammed” kelimesi 92 değerinde ve bu, eski edebiyatımızın şâirleri için aslâ gözden kaçacak ve es geçilecek bir şey olamaz… Yani aslâ tesadüf değildir.
Sevgili Peygamberimiz, “on sekiz bin âlem” diye ifade edilen bütün âlemlerin, bütün hayat formlarının rahmet ve felah menbaıdır.
Peygamberimiz, kendisi ifade eder ki, Nûh -aleyhisselâm- gibi âlemlerin tufanlarında onlara sığınak olan bir kaptandır.
Hâfız-ı Şirâzî “kaptanın Nuh ise gam yeme” diyor ya, kastı Peygamberimiz’dir. “Kurtuluşa vesile olan”ın “bahsinin kurtuluşa vesile olması” ne hoş!..
Allah, “Vesîletü’n-Necât”ı, sahibine mübârek eylesin kıyamete kadar... Ki ediyor da, her zaman ve her mekânda, 600 yıldır, dünyanın dört bir yanında çeşitli dillerde okunuyor, dinleniyor..
Velhâsıl Süleyman Çelebi Hazretleri ki... Biraz bahsedelim mi hayatından?
Lütfen buyurun.
Süleyman Çelebi Hazretleri, “Bursa’nın mâneviyat semâsı” dediğim, Emir Sultan Hazretleri’nin talebesidir. Yıldırım Bayezid Han’ın dîvân imamlığını yapmaktayken, hocası Emir Sultan’ın emri ile Ulucâmi’nin imamlığına getirilmiş. Yıl 1400, yaş 51; dokuz yıl sonra, 60 yaşındayken “Vesiletü’n-Necat”ı yazmış.
“Çelebi” kelimesini önemle belirtmeliyiz, sıradan bir sıfat değildir, ilim ve amelde kâmil olan zâtlara verilen bir isimdir. Çelebi, “Allâh’a âit” demek, “Rabbânî” dediğimiz gibi... “Allah dostu” demek yani… Çalab’dan geliyor. Çalab, eski Anadolu Türkçemizde Allâh’ın isimlerinden... Yûnus Emre’nin şiirinde geçer meselâ:
“Hak çalabım, hak çalabım
Sencileyin (senin gibi) yok çalabım”
Mevlid-i Şerîf’in yazılması da hayli ilginç bir sebebe dayanıyor. Süleyman Çelebi, hangi duygu ve düşüncelerle “Mevlid-i Şerîf” olarak bildiğimiz bu na’tı yazmaya başlamıştır? Ve neden na’tına “Vesîletü’n-Necât” ismini vermiştir?
İlk sorunuzun cevabı ile birleştireceğim bunu müsaadenizle… “Neden mevlid-i şerîf?” dediniz ya…
Fakir, her Müslüman Türk evlâdı gibi özellikle kandil gecelerinde okunan Mevlid-i Şerîfleri huşû ile dinleyen, yeri geldiğinde ayağa kalkan, gözyaşları ile duâlara salavatlara katılan bir âilede büyüdüm. Vâlidemiz, -Allah kendisinden râzı olsun- o mübârek kandil gecelerini, çocuk kalplerimize muhabbet yerleştirecek tarzda ehemmiyet verirdi. Şerbetler, özel yemekler, bir neş’e ve huzur hâli, ibâdete ve tesbihâta teşvik eden nazlı niyazlı hitaplar, takdirler…
Bir de ismimin Mevlid Kandili’nden mülhem oluşu var elbet… Mevlid Kandili ertesi dünyaya gözlerimi açmışım, vâlidem, o gece dinlediği kasîdelerden; “helâlim Âişe’m, kızım Fâtıma’m” mısrasındaki Âişe’yi nûr’landırıp kulağıma fısıldamış.
Mevlid-i şerîfin metnini, bu sâiklerle çok küçük yaşta başucu/gönül ucu kitabı edinmiştim. Çocukluk, Burak tasvirine çok gözyaşı dökmüşümdür. Var oluş sıkıntılarımı hafifleten peygamber sevgisi, kalbime o mübârek mısralardan damlamıştır. Yıllar sonra “bahtıma düşen gül”, mânevî büyüğümüz, talebelerime bu şiirin mânevî lezzetini tattırmayı kuvvetle tavsiye ettiler.
Bu kez daha profesyonel bir şekilde ilgilenme durumu oldu. Ve nihayet Mesnevî şerhleri yapmaya başladık Şehbal’de… Hocamız ısrarla:
“-Mevlid-i Şerîf şerhi de!..” buyurdular, “Bir saat erken gel, Mevlid şerhi de yap!..”
“-Başımız gözümüz üstüne!..” dedik.
Himmet rüzgarı esince, bize düşen ona kapılmak… Hem canla başla…
“Vesîle”nin yazılışı harika… Bizim onunla buluşmamız harika.. Hepsi de Peygamberimiz’in bereketi… O’nu, kendisine lâyık tarzda seven mânevî vârislerinin muhabbetlerinin bereketi, feyzi..
Şimdi üç hikâyeyi birleştirmeye çalışacağım, başarabildiğim ölçüde inşâallah. Süleyman Çelebi -kuddise sirruh-, Hüseyin Vassaf Bey ve Ayşenur Vural’cık..
Siz derslerinizi, Hüseyin Vassaf Bey’in neşredilen şerhinden yapıyorsunuz değil mi?
İşte üçümüzün hikâyesi dediğim budur ve hârikulâdedir.
Merakla dinlemekteyiz efendim…
1409, Bursa’da bir vâiz, Amenerrasûlü’deki “la nüferriku beyne ehadin min rusulih” (Allâh’ın peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz.) ifadesini tefsir ederken:
“-Bu âyet mûcibince Hazret-i Muhammed’i, Hazret-i Îsâ’dan daha faziletli görmem!..” deyince cemaat arasındaki âlimlerden biri:
“-Bre câhil, sen tefsir ilminde henüz eksiksin, âyetlerin nâsih, mensuh, müşâbih, müteşâbih oluşundan haberin yok. «Peygamberler arasında fark yoktur.»dan maksat, peygamberlik konusunda fark yoktur, yoksa fazîlet bakımından değil!.. Eğer âyetin kastı, «her yönden» olsaydı, aynı sûrede «o peygamberlerden bir kısmını, diğerlerine üstün kıldık.» buyurulur muydu?” diyerek onu ikaz ve iknâ etmiş.
O iknâ olmuş, ama Süleyman Çelebi Hazretleri bu hâdiseden çok etkilenmiş, mahzun olmuş.
Bunu anlayabiliyoruz, Peygamber Efendimize hakaret eden karikatürler, bütün İslam Âlemini derinden sarstı geçen yıllarda…
Evet, aynen böyle bir hâl… Fakat Süleyman Çelebi Hazretleri sarsılışını kelimelere de yüklemiş, âdeta “kalemiyle kalbinden muhabbet çekerek” yazmış şiirini…
“Vesîle”, Osmanlı Edebiyatı’nın ilk manzum eserlerindendir, biliyor musunuz? Müslüman olan Türk Milletinin, dînî duygularını şiire dökmesi, biraz zaman almış elbet ve bu şiir, o iç döküşün en mükemmel ve meşhur eseri olmuş. Bu açıdan da çok önemlidir “Vesîletü’n-Necat”...
Altı asır önce yazılmış, ama ne nazîre yazılabilmiş, ne taklid edilebilmiş. Ve düşünün ne kadar anlaşılabilir bir Türkçesi vardır, birkaç kelime dışında gayet rahat dinler ve anlarız.
Yıl 1904... Ürgüplü bir âilenin İstanbul Aksaray’da, Vâlide Câmii karşısındaki evlerinde dünyaya gelen oğulları… Ki, adını Şeyh Ahmed Zarîfî:
“İnşâallah Vassâf-ı Muhammedî olur!..” diyerek koymuş.
Gümrük memurluğundan emekli… Ama o devrin kıymetli zâtlarının hepsinde olduğu gibi çok kıymetli hocalardan ders alarak büyümüş, Halvetî, Gülşenî ve Uşşâkî dergâhı şeyhi, ehlinin mâlumu meşhur “Sefîne-i Evliyâ” kitabının yazarı; Tâhirü’l-Mevlevî, Yaman Dede, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal gibi kıymetli zâtların dostu, Hüseyin Vassaf efendi, 36 yaşında...
Her zaman zevkle iştirak ettiği Mevlid merâsimlerinde, her seferinde hayran olduğu Süleyman Çelebi Hazretleri’nin “Vesîletü’n-Necat” isimli eserine şerh yazıyor, kalbine gelen:
“-Sen yaz, Allah Teâlâ tevfîkini refîk eder, benim de şefaatim vâcip olur!..” emri ve müjdesi üzerine...
Yedi ay gibi kısa bir sürede bitiriyor, sevinçle ve:
“-Bu da feyz-i celîl-i Muhammedî’den husûl buldu.” diyor.
Aynı anda bunun ebced hesâbı ile o günün tarihi olduğunu fark ediyor, bu da ayrı bir sevinç oluyor ona...
Kendi ifadesiyle, amacı, niyeti şu: Kendini âleme beğendirmek, bilgiçlik taslamak değil, sadece ve sadece Peygamberimiz’in rızâsını kazanmak ve Peygamber Efendimiz’i çok seven bütün Müslümanların da vecdlerini ve şevklerini arttırmak…
Şerhin adını neden “Gülzar-ı Aşk” koymuş acaba, biliniyor mu?
Hazret-i Mevlânâ buyuruyor ki:
“Işk est tarîk-i peygamber-i mâ
Mâ tâbi-i ışkîm u ışk rehber-i mâ”
yani, “Bizim Peygamberimiz’in yolu, aşk yoludur; (öyle olunca) biz de aşka tâlibiz, aşk bizim rehberimizdir...”
Hüseyin Vassaf Efendi, bu beyti almış ve eklemiş:
“-O hâlde ey âşık-ı sâdık, Gülzâr-ı aşk’a gel, içinde dolaş, aşkla dol..”
Gülzâr-ı aşk, aşk bahçesi demek. Âcizâne fikrim, “Vesîletü’n-Necât” bir tarih veya siyer kitabı değildir, edebî eserdir, muhabbetle yazılmıştır, zevk ve şevk kaynağıdır.
Dolayısıyla sembollerle yüklüdür, sırlarla doludur, kolayca okunuverir, ama bazı beyitleri vardır ki, üzerine yeni bir kitap yazılması gerekir.
Süleyman Çelebi Hazretleri’nin anlattığı şeylere bu gözle bakarsak, zevk alırız ve anlarız; menfî eleştiriler, kitabın durduğu noktayı görmemekten -yahut görmek istememekten- kaynaklanıyor.
Eski edebiyat kültürüne vâkıf olanlar, bu türden tenkitleri zâid bulurlar.
“-Türbelere gitmeyin, şirk! Mevlid okutmayın, bid’at!..” diyenler, acaba muhabbetin kanunlarından hiç mi haberdar değillerdir?!
O, bir muhabbet eseridir, muhabbet ehli anlar ve zevk alır, sever.
Mevlid-i Şerîf’in şerhi için “Herkes bu na’tın şerhini mutlaka öğrenmeli!..” diyebilir misiniz? Yoksa şerhini okuyup anlamak için de ciddi bir gayret ve altyapı gerekli midir?
Şerhi aslından daha ağır bir Türkçe ile yazılmış, evet, ama öyle tatlı bir üslûbu var ki… Sırf bu kitabı anlayarak okumak için yüzlerce yeni kelime ve ifade öğrenmeye değer… Çok fazla kullanılmış kelimelerin derinliğine ermek, çok fazla dinlenilmiş bir şiiri bir kez daha okurken mânâsını kaçırmamak için şerh okumak elzem… Ufkumuzu genişletmek, anlayışımızı arttırmak, farklı bir üsluptan yeni bir bakış açısı kazanmak için...
Asıl metni herkes okur, anlar elbet, lâkin ötesini arzu edenler muhakkak şerhini de mütâlaa etmeli… Aslına bakarsanız, bazı kitapları dost edinmek, Allah Teâlâ’nın lütuflarındandır, ehline...
İllâ bir hoca ile okunmalı dersek, imkânı olmayan, uzak şehirlerdeki kardeşlerimizin yolunu kapamış oluruz. Ama imkânı olanlar için kolaylıktır bir hoca ile, bir toplulukla birlikte okumak… Usûl böyle…
İkisini anlattınız, sizin hikâyeniz?
Yıl 2009…
Himmet-i merdân-ı rûzigâr eser, kıvılcımları harlandırır.
“Vesîletü’n-Necât”la münasebetimi anlattım. Gülzâr-ı Aşk’ı ise, öyle güzel bir tevâfuk ile buldum ki, aklıma geldikçe Hüseyin Vassaf Efendi’nin kitabının tarihini fark ettiğindeki sevinci gibi sevinç duyuyorum.
“Mevlid’in şerhini de yap!..” buyuran Zât-ı muhteremin arzusunu nasıl kâmilen yerine getirebilirim diye kara kara düşünürken, Cenâb-ı Hak, önüme çıkarıverdi Gülzâr-ı Aşk’ı, varlığından haberdar bile değilken…
Ben de diyorum ki:
“-Bu da feyz-i celîl-i Osmânî’den husûl buldu...”
Beni onlara birleştirecek bir çalışma ile “şârih-i gülzâr-ı aşk olmak” ümit ve duâsındayım. O zaman benim hikâyem de tamam olacak, inşâallah…
İnşâallah efendim… Mevlid-i Şerîf’in her beyti, insanın gönül âleminde farklı duygular uyandırıyor. Çok tesirli… Sizi, en çok etkileyen beyti hangisi acaba?
Hüseyin Vassaf Efendi anlatıyor; bir grup zamâne şâiri toplanıp Mevlid’i Türkçeleştirmek (!) istiyorlar. Zorlaya zorlaya bir mısraya geliyorlar ki, orada içlerinden biri kalemini kırıp pes ediyor:
“-Niçin uğraşıyoruz arkadaşlar, bu mısrayı nasıl değiştirebiliriz ki?”
Hepsi de kalemlerini kırıp bırakıyorlar. O mısra:
“Bir acep nûr kim güneş pervânesi” mısraıdır.
Hocamız da ne vakit Mevlid-i Şerif’ten bahis açılsa, bu mısraı söyler ve överler. “Gönül kimi severse, güzel odur!” demişler. Gönül yârdır; o ki, bu beyti sever, güzel budur öyleyse...
Biraz açar mısınız bu mısraı?
Öyle bir ışık ki, güneş ona pervâne kesilmiş. Bilirsiniz, bir yerde ışık yanarsa, hemen kelebekler etrafında uçmaya başlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yaşadığı dünyaya öyle bir ışık saçıyor ki, güneş, dünyanın etrafında dönmekten kendini alamıyor. Tabiî burada belirtmek gerek, o zamanki astronomi bilgilerine göre dünya, güneş etrafında değil; güneş, dünya etrafında dönüyor. Bu edebî bir sanat, hüsn-i ta’lil deniyor. Bir şeyin sebebini güzel bir şeye bağlamak... Güneş, dünyanın etrafında, Rasûlullâh’ın nuru için dönmektedir diye görüyor muhabbetle bakan gözler…
Fakir, bu mısrâya meftun olmakla beraber, bir kısmı daha var ki, baş döndürücü bulurum. Bilirsiniz, Mevlid-i Şerîf, bazı bahirleri, kendi içinde de bölümlere ayrılan, okunması gelenekleşmiş yedi bölümden oluşur:
Tevhid Bahri: Cenâb-ı Allâh’ın varlığını, birliğini, kudretini anlatır. O’nu zikretmenin öneminden bahseder.
Nûr Bahri: “Nûr-ı Muhammedî”nin önce Hazret-i Âdem’e ve sırasıyla diğer peygamberlere, en son da Peygamber Efendimiz’e naklolunmasını anlatır.
Velâdet Bahri: Peygamber Efendimiz’in doğumunu, doğumundan itibaren gelişen olağanüstü hâlleri âdeta sahneler.
Merhaba Bahri: Hazret-i Peygamber’in dünyayı teşrîfini müteâkip O’na en güzel şekilde “merhabâ” denilen, O’nun şefâatinin dilendiği bahirdir.
Mirac Bahri: Peygamber Efendimiz’in mîrac mûcizesini anlatır.
Münâcât Bahri: Cenâb-ı Allâh’a münâcâtı, duâyı ihtivâ eder..
İşte mîraç bahrinde Peygamberimiz’in, Cenâb-ı Hak’la sohbeti anlatılır. Fakir, o kısmı Cemâlullâh hülyâsı ile meşbû, hem de Tevbe Sûresi 128. ayette ifade edilen mânâ ile minnetle dolu olarak okur, dinler yahut hatırlarım... Hele:
“Dedi kim mahbub u maksudun benem
Sevdiğin can ile mâ’budun benem
Gece gündüz durmayıp istediğin
N’ola kim görsem cemâlin dediğin”
Kısmında bir kibrit çöpü gibi yanarak kıvrılır rûhum... Peygamber Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetini nasıl güzel ifade ediyor!.. Mahbub, maksud, can ile sevilen mâbud; her an cemâli arzulanan...
Ru’yet-i Hak ve sohbet-i Rahmân’ı anlattığı bu bölüm, ancak ve ancak gönül feyziyle kaleme alınabilir. Allah, Süleyman Çelebi Hazretleri’nden râzı olsun…
Her namazda okuduğumuz “ettehıyyatü”de miraç neş’esini duymaya âşinâ yürekler için Mevlid-i Şerif’in mîrâç bahri, apayrı bir feyz ve şevk imkânı oluyordur. Şimdi onu uzun uzun şerh etmeyelim de müdakkik gönüllere havâle edelim, Allâh’ın izniyle… “Ettehıyyâtü”nün coşkusunu “salli” ve “bârik” duâlarıyla teskîn eden Cenâb-ı Hak, ne yücedir!..
Toplumumuzda her vesîleyle Mevlîd-i Şerîf okunmakta… Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Eskiden bazı kitapların kütüphanelerde bulunması bereket kabul edilirmiş. Kur’ân-ı Kerîm, Mesnevî, Fuzûlî Dîvânı, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Hazret-i Ali’nin cenklerini anlatan cenknâmeler, İmâm Rabbânî Hazretleri’nin Mektûbât’ı, Hâfız Dîvânı...
Köy odalarında da bu kitaplar okunur, büyük-küçük herkes sessizce, tefekkürle dinlermiş. Bir de Mevlid’den beslenirmiş onların kalpleri…
Yahya Kemal’e:
“-Üstad, bu millet nasıl Viyana’ya kadar gitti?” diye sorulunca:
“-Pilâv yiyerek ve Mesnevî okuyarak!..” cevabını vermiş.
Bana sorarsanız:
“-Bir de mevlid dinleyerek!..” diye eklerim âcizâne…
Okunsun, dinlensin… Kimin nerede, hangi zamanda, ne şekilde feyz alacağını nasıl bilebiliriz ki? İmkânlar çoğalsın ki, ihtimaller artsın.
Peygamber Efendimiz’in yâdı ile şereflenmiş çok şiir var, ama böylesi berekete mazhar olmuş olanı yok!.. O bereketten hisse almanın peşinde olmak lâzım!..
Muhabbeti arttıracak her vesîleye ihtiyacımız var, şu kupkuru zamanda. Mevlîd-i Şerîf okunmaya başladı mı, hangimiz tesiri altına girivermeyiz? Hele ehli olan dillerle, aşk ile okunursa... “Söyleşürken Cebrâil ile kelâm” diye başladılar mı hangimizin kalbi titremez?!
Son olarak…
Ka’b bin Züheyr, Kasîde-i Bürde’yi söylemiş, hem affedilmiş, hem taltif buyrulmuş Peygamberimiz tarafından… İmâm Bûsirî, Kasîde-i Bür’e’yi yazmış, hem şifa bulmuş, hem taltif görmüş!.. Peki, bu kadar değerli bir na’t yazan Süleyman Çelebi’ye ne olmuş diye sormayacak mısınız?
Doğru, gerçekten ona da böylesi bir ikram olmuş mu?
Af ve şifâ kısmını bilemeyiz, ama taltif kısmı zâhirdir. İslâmî Edebiyat’ın pek çok na’ti vardır, ama hiçbiri böylesine bilinip paylaşılmamıştır. Bu feyz ve sonsuzluk, ancak Hüseyin Vassaf Efendi’nin dediği gibi “feyz-i celîl-i Muhammedî” ile olur; Peygamberimiz ridâsını bu sefer, şâire değil şiire, “Vesîletü’n-Necat”a bağışlamıştır zannımca...
Mevlânâ Hazretleri bir hadîs-i şerîf nakleder Mesnevî’de:
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- kabristandan dönen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sarığını, saçını yoklar, bir şeyler araştırır.
Peygamber Efendimiz:
“-Böyle telâşla ne arıyorsun, ey Âişe?” diye sorar. Vâlidemiz:
“-Yağmur yağıyordu dışarıda, ama sizde hiç ıslaklık yok!” der.
Allah Rasûlü Efendimiz:
“-O sırada ne yapıyordun?” diye sorar.
Âişe Annemiz:
“-Sizin ridânıza bürünmüştüm!..” deyince Peygamber Efendimiz:
“-Sen, gayb yağmurlarını görmüşsün!..” buyurur.
Vesîletü’n-Necat da ridâ-yı Nebî’ye bürünmüş olmalıdır ki, böylesi mânevî yağmurlara mazhar olup durmaktadır. Ve Allah bilir ya, kıyamete dek böyle devam edecektir.
Rabbimiz, bizleri de hissedar eylesin o rahmetten…
Âmin. Edebiyat, tarih ve muhabbet-i Rasûlullâh kokan bu hasbihâl sebebiyle size de teşekkür ederiz. Cenâb-ı Hak, Habîbi’nin ridâsı altına girip O’nun muhabbetinden hisseyâb olanlardan eylesin hepimizi…
YORUMLAR