Saray âlimleri, altınla kaplı saray tavanlarına gözlerini kırparak bakmaya çalışan, dünyalar güzeli minicik kızın ismini tartışıyordu. Onlar hararetli bir şekilde konuşurlarken Abbasî halifelerinin ikincisi Câfer Ebû Mansur içeri girdi. Önünde edeple başlarını eğdi âlimler ve sustular. Halife Câfer Ebû Mansur bir halife olarak değil de, bir dede merhametiyle kucakladı minik torununu… Güzelliği göz kamaştırıyordu...
“-Güzelliğin gibi bahtında güzel olsun. Hâlin de, güzel amelin de makbul olsun!..” diyerek duâ etti. “Allah, seni her hayırda öncü ve seçilmiş bir cevher kılsın. Adın da Zübeyde olsun!..” diyerek kulağına ezan ve kametle fısıldadı; seçilmiş, öz ve cevher manalarına gelen ismini…
Sarayda ilmin âlâsını, edebin en incesini öğrenmişti muâllimlerinden Zübeyde… Her hâliyle, özellikle de ahlâkı ile seçilmiş, güzelliği ile etrafını aydınlatan bir güneş gibi parlamıştı. Avamdan havassa, herkesin gönlüne girecek bir yol bulurdu hep... Peygamber Efendimizin soyu ile buluşan asâleti ve güzîde ahlakı âdeta kendi bünyesinde yarışırdı.
Saraydaki hizmetçiler, ona hizmet etmek için can atarlardı. Hizmetçilerine öyle tatlı hitap ederdi ki, hizmetçiler sanki onun kardeşiydi. Bir iltifatına nâil olmak için hepsi etrafında pervane olurdu.
Genç kızlık döneminde ismi hep hayır ve hasenâtla anılırdı. O, sıkıntıya düşmüş âilelerin can simidi; fakirlik yüzünden evlenemeyen gençlerin müracaat kapısı idi. Evlendirdiği gençlerin, evlerini de döşer, hem gönüllerini, hem de hayır duâlarını alırdı.
Bir gün mutfaktaki hizmetçiler kendi aralarında konuşuyorlardı.
“-Böyle bir zenginlik ve şaşanın içinde, kibirden hiç nasip almaz mı insan?” dedi bulaşıkları yıkayan hizmetçi…
“-Bu güzellik bende olacak, etrafımdaki bütün kadınları çatlatırdım kıskançlıktan…” dedi bir diğeri...
“-Ama hanımımız, sanki gökten indirilmiş bir iyilik meleği gibi...”
Onların bu konuşmalarını oradan geçen ve henüz 15 yaşında olan Harun Reşid de duymuştu.
“-Demek ki, bu Zübeyde, kanatsız bir melek gibi…” diye düşünürken kalbinden ılık ılık esen meltem, onu utandırmıştı.
Aradan iki yıl geçmişti ama, Harun Reşid’in aklı hep Zübeyde’de idi. Ne yapmalı, nasıl etmeli de bu duygularını Zübeyde’ye ulaştırmalıydı? Bir türlü yol-yordam bilemedi. Sonra ya Zübeyde, onu istemezse? Teklifini geri çevirirse, ne yapardı?
Bu sıkıntıyla kıvranırken sarayın bahçesine çıktı. Birden karşısında Behlül Dânâ belirdi. Behlül, onun akrabası ve en samimi arkadaşıydı. Âdeta hikmet küpüydü.
“-Hayırdır, bu ne hal Harun? Sanki dünyanın dertlerini sırtlanmışsın da altında eziliyorsun?” dedi takılarak…
“-Yok bir şey.” dedi Harun Reşid…
“-Her «yok»un altında vardır bir sır; seninki kalp derdi, aşk sancısı gibi…” dedi gülümseyerek...
Harun Reşid öyle mahcub olmuştu ki, utancından kulakları kıpkırmızı kesilmişti. “Evet” dercesine başını salladı. Behlül Dânâ ile uzun uzun dertleşti, küçüklüğünden beri içinde besleyip, artık yüreğinden taşan aşkı anlattı, anlattı, anlattı… Anlattıkça rahatladı, hafifledi.
Behlül Dânâ’nın girişimleri ile kısa zamanda kuruldu düğün dernek… Meğer herkes yakıştırırmış bu amca çocuklarını birbirine…
Kırk gün, kırk gece şaşa devam eden bir merasim içinde devam etti düğün… Yapılan çeyizler, sarf edilen ikramlar ise, âdeta kırk yıl dillerden düşmedi.
Harun Reşid, yüzü ipek tüllerle örtülmüş, etrafa misk ü amber kokularıyla doldurmuş hanımının elini tutup titrek ve heyecanlı bir sesle söze başladı:
“-Zübeyde… Güzelliğin, kendisinden ar edip yanında gölge kaldığı Zübeyde.. Ahlâk, edep, ilim ve asâleti yüreğinde irfanla bütünleştiren Zübeyde… Benim biricik sultanım, saraylarımın gözdesi, iyilikler ve hayırlar anası... Evine hoş geldin. Gönlüme hoş geldin. İyi ki geldin.. Hep burada, gönlümde ol! Bu dünya zindanında beni hiç yalnız koma!..”
Harun, bunları söylerken heyecandan elleri terlemiş, dudakları kurumuştu. Onun elleri, hiç konuşmayan Zübeyde’nin ellerini de terletmişti. Zübeyde, kelimelerini seçerek tane tane:
“-Ya mutlu olamazsak, ya iyi geçinemezsek diye korkarım Sultanım!..” deyiverdi.
Harun Reşid:
“-Gönül tahtımın sultanı!.. İyi geçinmek, iki kişinin kusursuz olmasıyla değil; birbirlerinin kusurlarını hoş görmesi ile olur. Birbirimizi hoş görelim ki, hoş olalım!..” dedi.
Yanındaki sandığın kapağını açtı. Az önce bu sandığı, on iki hizmetçi zor taşıyarak getirmişti. Zübeyde merakla izliyordu. Kapağı açılan sandık, ağzına kadar altın, inci, elmas ve her türlü hülliyyât ile doluydu.
“-Bu, senin yüz görümlüğün!.. Senin kıymetin hiçbir şeyle ölçülmez, ama bu âcizâne bir dünyalıktır. Cenâb-ı Hak, asıl ziynet olan rızasını ikram etsin!..” dedi.
Zübeyde:
“-Altınlardan çok, duâna sevindim. Benim için asıl hediye, kıymetli duâlarındır.” dedi.
Evliliğinin ilk sabahı, kendisini tebrik etmeye gelenlerin en fakirlerini öncelikle kabule başlamıştı Zübeyde… Doğrusu buna kimse de şaşırmadı. Bu, Zübeyde’nin tabiat-ı asliyesiydi çünkü.. Gelen fukaralar, hediye olarak duâlarını sunuyorlardı.. Zübeyde ise, yüz görümlüğü olarak verilen sandığa eline daldırıyor, çıkan altın, gümüş ne varsa, fukaranın avuçlarına dolduruyordu. Garipler, sevinç gözyaşları ve yanık bir gönülle daha içten ve daha çok duâ ediyorlardı.
Saraydaki cariyeler:
“-Böyle yapmayın sultanım; bunları bu kadar alıştırmayın!.. Bırakın, Allah verir onlara…” deyince Zübeyde Sultan:
“-Allah, bana, onlara vermem için veriyor, aslında veren ben değilim!” diye karşılık verdi.
* * *
Evlilikteki huzuru her geçen gün artıyordu. Harun Reşid, sultan olarak başka kadınlarla da evlenebilirdi, ama evlenmedi. Tek hanımı, tek sultanı Zübeyde idi.
Zübeyde bir gece yatmakta olan Harun Reşid’in yanında, saçlarını gümüş tarak ile taramaya başladı. Harun Reşid, hayran hayran onu izliyordu. Pencereden içeriye dolan ay ışığı, üzerine vurdu. Bu parlak ışık, güzelliğine ayrı bir güzellik katmıştı. Kendisi bile kendi güzelliğine hayran kalmıştı. Beyi Harun Reşid’e yaklaştı, elini tuttu, öptü ve:
“-Söyle bakalım; ben mi güzelim, ay mı daha güzel?” dedi.
Harun Reşid önce cevap vermedi. Diyecek söz bulamadı. Zübeyde sultan hararetle sorusunu üç defa tekrar etti. Bunu üzerine Harun Reşid:
“-Eğer sen aydan daha güzel değilsen, benden talak-ı selâse ile (üç talakla) boş ol!” dedi.
Harun Reşid’in bu sözden maksadı, Zübeyde’yi boşamak değildi. Onu boşamak nasıl imkânsız bir şey ise, ayın Zübeyde’den daha güzel olması da o kadar imkânsız demekti. Ama ikisi de söylenen sözün tesiri ile bir müddet konuşamadılar. Ellerini sımsıkı kenetlediler.
Harun Reşid, ertesi gün sıkıntı ile odasında dönüyor, bir taraftan da akşamki sözüyle büyük bir hata etmiş olabileceği endişesini taşıyordu. Doğru ya, evliliğin de, boşanmanın da şakası olmazdı. Ay, Kur’ân-ı Kerim’de üzerilen yemin edilen bir varlıktı, ya Zübeyde’den daha güzelse… O zaman ne yapacaktı?
Hemen âlimleri etrafına topladı.
“-Ay mı üstündür, insan mı üstündür?” diye sordu. Tartışma uzadıkça, iş içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. O sırada içeriye Behlül Dânâ Hazretleri girdi:
“-Ne yapıyorsunuz bakalım? Bir hatim merâsimi mi var? Ne var, ne oldu? Hazır bu kadar hâzirun varken ben de bir aşr-ı şerîf okuyayım diyerek Tîn Sûresini huşû ile okumaya başladı. Tâ ki, “Biz insanı, en güzel şekilde yarattık.” âyet-i kerimesi gelince Harun Reşid, sevinçle yerinden doğruldu. Bu müşkilattan feraha çıkardığı için Allah Teâlâ’ya şükür secdesine vardı:
“-Rabbim, bu gerçekten senin lütfun… Benim hanımım, benim gönlümde gökteki biricik aydan da güzeldir.” dedi
* * *
O tarihlerde hacdan dönen âlimler, duâsını almak için Sultan’ın huzuruna çıktılar. Hac hâtıralarından bahsederlerken Mekke’de hacıların nasıl su sıkıntısı çektiklerini anlattılar. Zübeyde Sultan’ın gönlüne, o mübarek beldelere bir serin su olarak akmak düştü. Kalktı, iki rekat hâcet namazı edâ etti. Yaratana, kendisine hayır ve hasenât kapıları açması için duâ etti. İstişareler yaptı ve nihayet kendi şahsî servetini kullanarak Tâif ve Huneyne arasından çıkan tatlı su kaynağını satın aldı. Bu su kaynağını Arafat’taki hacılara ulaştırabilmek için yol üstündeki bütün hurma bahçelerini satın aldı ve o tatlı suyu, Arafat’a kadar ulaştırdı. Bu hayır işinde 1.700.000 miskal altın sarf etti. Çok sevinçliydi; artık Arafat’taki her hacının gönlüne serinletecek, her birine kana kana içecekleri tertemiz bir su takdim edecekti.
Zübeyde, kocasının vefatına kadar çok mutlu yaşadı. Ömrünü hayır ve hasenâtla süsledi. Çağdaşlarından hiçbir hanım, hayırda onunla yarışamadı.
Vefatından sonra fakir ve garibler, mâteme büründüler. Ardından aylarca hatimler okuyarak onu yad ettiler..
Dünya sahnesinden göç ettikten sonra cariyesi, onu rüyasında gördü:
“-Sultanım, dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet’te ne yüksek bir makam bahşetti!” dedi.
Zübeyde Sultan’ın cevabı şu oldu:
“-Evet, doğru… Rabb-i Rahîm bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat bu yüce makamı, yaptırmış olduğum hayır müesseseleri sebebiyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilâhîler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedî’nin yükseldiğini duymuştum. Hemen “Susun, ezânı dinleyelim!” deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, sorgu-sual ânında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat’a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki, «Seni ezana karşı göstermiş olduğun o hürmetinden dolayı bağışladık!..»”
* * *
Onun vefatından yıllar sonra hacca giden bir bağdatlı garip, sokaklarda bağıran sâkînin:
“-Seyyide Zübeyde suyudur, çok tatlıdır. Gönüllere şifadır.” diye nidâ ettiğini duyunca kendini tutamadı ve:
“-Benim gönlü de zengin, kendi de zengin sultanım... Burada da mı garipleri serinletiyorsun?!” diye ağlayarak hayır defteri kapanmayan bu mübârek hanıma duâ etti.
YORUMLAR