Ateş Çemberi

Yine ikindi oldu. Hangi yemeği yapsam diyerek mutfağa girdiğimde derin düşüncelere daldım. Günün sonuna yaklaşıyoruz, yavaş yavaş hava kararıyor. Her gecenin sabahı, her gündüzün de bitimi var. Güneş doğuyor, batıyor. Ay ve yıldızlar beliriyor gökyüzünde, sonra onlar da kayboluyor. Bebekler dünyaya geliyor, büyüyor, yetişkin oluyorlar, ölüyorlar. Ne mutluluklar kalıcı, ne de hüzünler… Bir bakmışız gün bitmiş, akşam olmuş; hafta bitmiş sonra ay, yıl… Bir de bakmışsın ki, ömrün son bulmuş. Ne insan kalıcı, ne canlılar, ne de dünya... Vakti geldikçe her şey sonlanacak, bu dünyada… Bâkî olan, yalnızca Mevlâ… Say ki, bir rüya gördün ya da kâbus… Say ki, bir yolculuğa çıktın da gideceğin yere geldin.

Sanki bir ateş çemberinin içindeyim de üzerime sıçrayan alevleri söndürmeye çalışıyorum. İnsanların cayır cayır yandıklarını görmek, yüreğimi acıtıyor. Fakat kendimi muhafaza edebilmenin derdindeyken onlar için bir şey yapamıyorum. “Yangın bu kadar büyürken ben nerelerdeydim?” diye söylenip duruyorum. Bir anda mı tutuştu her yer... Elbette hayır! Yavaş yavaş başlayıp yaka yaka yanımıza doğru ilerleyen o ateşi seyre dalmıştım… Tâ ki, üzerime sıçrayıp canımı acıtana kadar… Zamanında müdahale edilseydi, rahatlıkla kontrol altına alınabilirdi. Sona doğru hızla ilerlediğimi hissediyorum. Hayatım ve hatalarım, film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor…

Hep “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye merak edip dururuz. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi:

“-Kıyâmete ne hazırladın?”

Gerçekten ben kıyâmete ne hazırladım? Öyle ya, önce küçük kıyâmet, yani ölümüm var.  Ömür sermayesi hızla tükeniyor, onu ne şekilde harcadım? Ateşe atıp, yanıp kül olmasını mı izledim? Yoksa toprağa tohumlar dikip, yeşerip meyve vermesini mi bekledim sabırla…

Balık sudan çıkarılmayınca suyun kıymetini bilemezmiş. Cenâb-ı Hak, dünya nimetlerini sunmuş bizlerin hizmetine... Onların kıymetini bilmeyip, sudan çıkmış balık gibi mi olacağım âhirette? Allah korusun!.. Yoksa nimetin farkında olup Hak yoluna harcayarak, bereketli ve devamlı olmasını mı sağlayacağım? Zira değerini bilmediğimiz her şeyi Rabbimiz elimizden alıyor ve alacak...

Etrafımızda alenen günah işleniyor ve biz, buna türlü kılıflarla seyirci kalıyoruz. Bir kardeşimizi, gözümüzün önünde ateşe atsalar, ne hissederiz acaba? Üzülür, hemen onu ateşten çıkarmak için elimizden geleni yaparız, muhtemelen… O hâlde bu ürkekliğimiz neden? Ya günahı ateş olarak görmüyoruz, ya da yanan insanları “kardeş” olarak… Ki, her ikisi de çok ciddî problem… O hâlde kardeşimizin ateşte yanmasına nasıl göz yumuyoruz? Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Sizden biriniz bir kötülük görürse, eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa, diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmiyorsa, kalbiyle buğz etsin ki, bu durum, îmanın en zayıf olanıdır.” buyuruyor.

Kalbimizle buğz etmekten de âciz olduğumuz bir dönemdeyiz. Îmanlarımız bu kadar mı zayıfladı?

 Kendisini bilerek ya da bilmeyerek cehennem ateşine hazırlayan kardeşimize neden tepkisiz kalıyoruz?! Günaha tavır almalıyız, günahkâra değil. Derdimiz o kardeşimizi ateş çemberinden tutup çıkarmak olmalı. İyiye verdiğimiz değer, kötüye verdiğimiz tepki ile ölçülür.

“Günümüzde kıyâmet alâmetleri yaşanıyor mu?” diye sorulduğunda:

“-Çocukların anne-babalarına hükmetmesi, neslin bozulması, binâ ile zinânın çoğalması yaşadıklarımız…” dedim. Beni şaşırtan bir cevap geldi:

“-Hani zina nerede yaşanıyor ki?!..”

Farkında bile değiliz, günahları öylesine benimsemişiz ki… Ekranlarda gördüklerimiz, okullarda kız ve erkeklerin “flört” adı altında, mâsumâne (!) dostlukları, iş ortamlarımız, sokaklarımız, internetimiz, mesajlarımız, maillerimiz… Her şey o kadar rahat, o kadar alenî ki, hepsi gözümüzde normalleşiveriyor. Yüce Rabbimiz, “Zinâya yaklaşmayın!” buyurarak uyarıyor biz kullarını… Biz, zinânın yakınlarında hiç gezmiyoruz, öyle değil mi?!

Yolun sonuna doğru hızla ilerliyoruz. Gideceğimiz yönü seçerken dikkat etmeliyiz; bazı yollar var ki, geri dönüşü zor; neredeyse imkânsız gibi… Vakit varken, iyiyi seçmek lâzım. Sonra pişman olmamak için…

Ateş kıvılcımken söndürülmeli… Eğer etrafındaki ateşi söndürmezsen, o ateş, gün gelir seni de yakar. Yapılan yanlışlara sessiz kalmak, onu desteklemek mânâsına gelir. Safımızı iyi belirlemeliyiz. Sonra, alevler içinde yanmalarına seyirci kaldığımız o kardeşlerimiz, kıyâmet gününde yakamıza yapışmazlar mı? “Beni neden uyarmadın, neden kurtarmadın?” diye.

Alev alev yanıyoruz da göremeyecek kadar kör olduk maalesef… Devir, îman kurtarma devri... Önce ateşten korunmak için zırhımızı sağlam kuşanmalı, yani aldığımız her nefes sünnet-i seniyye kokmalı... Sonra gücümüzün yettiğince ateşten kimi, nasıl kurtarabiliyorsak kurtarmalı!.. Kıyametin hemen ensemizde olduğu zor bir dönemde yaşıyoruz. Uyanık olup her fırsatı değerlendirmek gerekir. Zira azığımız yetersiz. Bir an bile rehâvete düşme lüksümüz yok!.. Müslüman, nemelâzımcı olamaz. Sorumluluğumuz ağır… Çevremizde yaşanan her şeyden ve herkesten mes’ûlüz…

Yâ Rabbi!.. Bizleri o büyük günün şiddetinden, azâbından muhafaza buyur. Kıyâmetin ne zaman kopacağıyla değil de, kıyamet için ne gibi hazırlık yapabiliriz düşüncesiyle meşgul et, zihnimizi... Cümlemizi ateşten korunanlardan ve ateşi söndürenlerden eyle! Âmin!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle