Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvetinin ilk yıllarında Mekkeli müşrikler, âdeta iki kısma ayrılmışlardı:
Bunlardan ilki, Peygamberimize gelen İslam dâvâsına samimi olarak inanmadığı için İslâm’a ve Allah Rasûlü’ne kızanlar, hatta nefret edip eziyet edenler…
Diğer grup ise, vicdânen İslâm’ın “hak din”, Peygamber Efendimizin “hak peygamber” olduğunu kabul ettiği halde, ilk müslümanların daha çok fakir, kimsesiz ve zayıf köleler olması yüzünden onlarla aynı seviyede olmak istemeyen mütekebbir (kibirli) müşrikler…
Bu iki grubu en çok rahatsız eden şey, bütün tedbir ve baskılara rağmen İslâm’a olan rağbetin her geçen gün artması; sadece zayıfların değil, toplum içinde itibar sahibi, güçlü ve zenginlerin de müslüman olmaya başlaması idi. Her bir şehâdet haberiyle, âdeta dünyaları başlarına yıkılıyor; o güne kadar pervasızca hüküm süren saltanatları sarsılmaya başlıyor, gür bir şekilde çıkan küfür, kibir ve zulüm kokan sesleri gittikçe kısılıyordu. O duymak istemedikleri İslâm çağrısı ise, her taraftan ve birdenbire önlerine çıkıveriyor, kendilerini kıskıvrak yakalıyor ve çaresiz bırakıyordu.
Bu yüzden İslâm’a ve Allah Rasûlü’ne olan muhabbet, meyil ve itibarı yok etmek için sürekli Kur’ân-ı Kerîm’e ve Peygamber Efendimizin şahsına, âile efradına saldırıyorlar, akla gelmez iftiralar atıyorlar, her mahfilde uzun uzun “daha neler yapabileceklerini” konuşuyorlardı.
Onlar da farkındaydı, gayretlerinin bir işe yaramadığının… Onlar da farkındaydı, güneşin çamurla kapatılmayacağının… Ama kendi saltanatlarını, konforlarını, baskı ve zulümlerini devam ettirebilmenin tek yolu, insanlara bu karanlıklardan kurtulmanın mümkün olduğunu gösteren hidayet meşalesini söndürmekti. Bunun için her türlü hileyi, yalan ve iftirayı atmaktan zerre kadar çekinmediler.
Peygamber Efendimizin sözünü itibarsız kılmak için, kırk yaşına kadar hürmet ettikleri, sevdikleri o mâsum Nebî’ye:
“-Sen ebtersin, soyun kesik!.. Erkek çocukların yaşamıyor!” dediler.
Yetmedi:
“-Sen delirmişsin, mecnunsun! Cinler sana musallat olmuş. Yuvaları yıkan, âileleri birbirine düşüren bir sihirbaz olmuşsun. Güzel sözler söyleyip insanlara tesir eden bir şair olmuşsun! Allah böyle bir şey göndermez, sen yalan söylüyorsun!” dediler.
O da yetmedi:
“-Kur’ân-ı Kerîm’i kendin uydurdun. Biz de istersek benzerlerini söyleyebiliriz!” dediler.
“-Onu bir köleden öğrendin!” diyen de vardı, “Sana cinler bunu söyletiyor!” diyen de…
Peygamber Efendimizin sustuğu zamanlarda Kur’ân cevap verdi bu galiz iftiralara… “Eğer onu bir insan yazmışsa, haydi siz de bütün insanlar, cinler ve hattâ Allah dışındaki bütün varlıklar; bir araya gelin, bir benzerini yapın. Eğer bunu yapmaktan acizseniz, on sûresinin benzerini getirin. Bunu da yapamazsanız, ki aslâ yapamayacaksınız, o hâlde tek bir sûresine benzer bir sûre ortaya koyun!..”
Kur’ân-ı Kerîm, onlara meydan okudukça âciz kaldılar; başka fırsatlar aramak için gözlerini dört açtılar.
Müslümanların arasına sızmış, aslında kâfirden daha kâfir o münâfıklar, ellerine fırsat geçer geçmez, Peygamber Efendimizin âilesine dil uzattılar, O’nun nâmusunu lekeleyebileceklerini zannettiler. Kur’ân, onların da ağzının payını verdi.
Kıyâmete kadar ilâhî koruma altında bulunan Kur’ân-ı Kerîm, bu zihniyetteki habis insanların kıyamet günü gelinceye kadar dâima var olacağını, yaşayan âyetleriyle bizlere haber verdi.
Onlar, tıpkı Mekke müşriklerinin bir zamanlar yaptığı gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in nereden geldiği ile ilgili tartışmalar yapacaklar… Onlar, Allâh’ın indirdiği âyetlerin bir kısmını beğenecek kabul edecek, ama bir kısmının değiştirilmesini isteyecekler… Onlar, Peygamber Efendimizin “kendileri gibi çarşı pazarda dolaşan bir insan” olmasından rahatsız olacaklar… Onlar, neden kendilerinin değil de, bir yetimin peygamber seçildiğini anlayamayacaklar… Onlar, Peygamber Efendimize dil uzattıkları, O’nun söylediklerini hafife aldıkları, akıllarına sığdıramadıkları yetmezmiş gibi, O’nun nezih âilelerine bir vesile bulup dil uzatmaktan çekinmeyecekler… Onun pâk zevcelerine dil uzatınca, Peygamber Efendimize zarar vereceklerini düşünecekler…
İşte şu yaşadığımız asırda da İslam düşmanları, maalesef biz müslümanlardan daha çok gayret ediyorlar. Güç birliği ederek elindeki imkânları sonuna kadar kullanıyorlar ve bu yüzden sesleri daha gür çıkıyor. Bu yüzden kısa zamanda etraflarına binlerce saf, câhil ve ahmak toplayabiliyorlar.
Hâdisenin en üzücü tarafı ise, İslâm’ı tahrif etmek isteyenler, iki asırdır hâriçten gazel okumuyorlar artık… Müslümanlar arasından seçip yetiştirdikleri, kendilerine benzettikleri gâfil ve hâinler eliyle İslâm’ı ve müslümanları yok etmeye çalışıyorlar.
Mezheplerin, tarikatların, tasavvufun sonradan çıkmış, lüzumsuz ve hatta dine aykırı şeyler olduğunu söyleyerek insanları bunların “esaretinden” (!) kurtardıklarını iddia ederek önce “Kitap ve Sünnet bize yeter!” dediler. Fakat burada bir merhale alınca, bu sefer, “Sünnet dediğiniz şey, hadislerden ibarettir. Hadisler de günümüze kadar doğru bir şekilde ulaşmamıştır. En güvenilir hadis kitapları bile uydurma hadislerle doludur. Bu din, Emevîlerin, Arapların dinidir. Bize Kur’ân yeter!” dediler. Ama o da kesmedi. Çünkü Kur’ân, Peygamber Efendimize îman etmeyi yeterli görmüyor, O’na mutlak itaati de emrediyordu.
O zaman Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin de “kafalarına göre” budanması gerekiyordu. “Bunlar o devrin şartlarına göre inmiş âyetlerdir, bugüne hitap etmez!” dediler bir kısım âyetler için… “Zaten Peygamber bu devirde gelmiş olsaydı, Kur’ân bu devirdeki insanlara inmiş olsaydı, çok daha ileri seviyede haklar verirdi kadınlara, insanlara!” dediler. Bu da yetmedi, “Bütün dinler ortaktır, her din mensubu samimi bir şekilde Allâh’a inandıktan sonra, muhakkak cennete girer!” dediler.
Kısacası, İslâm’ı dallarını tek tek kestikten sonra, kökünden kurutacak sözler söylediler sözde profesörler, sahte hocalar, düzenbaz cemaat liderleri…
Onlar, Kur’ân’ın rahatça anlaşılacağını söyledikten sonra, onlarca cilt kitap ve tefsir yazdılar; kendi kafalarındaki dini açıklayabilmek için… Onlar, Peygamber Efendimizi hiç yaşamamış, hiç konuşmamış, hiç örnek olmamış bir hâle getirerek, kitlelere kendilerini “örnek” gösterdiler. Peygamber hata yapmıştır; ashâbı onun sözlerini naklederken unutmuştur, yanlış yapmıştır. Daha sonraki müslümanlar ise, dini tamamen aslından çıkararak bozmuşlardır, dine ve müslümanlara ihanet etmişlerdir; ancak kıymeti kendinden menkul bu zâtlar -güya- hatasızdır, günahsızdır, her sözleri hikmet pınarıdır serâpâ…
Bu gürûh:
“-Hadîse, Sünnet’e gerek yok! Allah bize akıl vermiş. Hepimiz Kur’ân’ı anlayacak kapasitedeyiz!” diyerek müslümanları Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük müfessiri, yaşayan Kur’ân olan Allah Rasûlü’nden koparmaya çalışıyorlar.
O ki, insanlar arasında Allah Teâlâ’yı en çok tanıyan, O’nu en çok seven ve O’ndan en çok korkan… O ki, Allâh’ın Habibi… O ki, ahlâkı Kur’ân ile methedilmiş, hayatı örnek gösterilmiş büyük nebî… O ki, kendisine itaat edildiğine Allah’a itaat edilmiş olduğu bildirilen Rasûl… O ne verdiyse almak, neyi yasakladıysa uzak durmak, Allâh’ın âyetleriyle emredilmişken…
Aradan on dört asır geçmiş olduğu hâlde, kendi dili Arapça olmadığı, Kur’ân’ın indiği ortamı, şartları bilmediği, yaşamadığı hâlde… “Ben Kur’ân’ın demek istediğini herkesten daha iyi biliyorum; o devirdeki insanlardan da, ashâb-ı kiramdan da, hattâ Rasûlullah’tan da…” Böyle bir insana ne denir? Ne denmelidir?
“Kur’ân’ı anlamak için peygambere gerek yok, ama bana, benim kitaplarıma gerek var! Onlar olmadan Kur’ân’ı anlayamazsınız! Peygamberin sünnetlerine gerek yok, ama benim sohbetlerime gerek var! Yoksa siz İslam’ı anlayacak durumda değilsiniz!” diyen yahut demek isteyen kimse, kime ve neye hizmet ediyordur?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- henüz hayattayken, bu işin iyi rant getirdiğini düşünen kimseler çıktı, kendi peygamberliklerini îlân etti. Bunlardan birisi de Müseylemetü’l-Kezzâb idi.
O sivrilmek için, itibar, makam-mevki, para devşirmek için yola çıktı. Kendisine vahiy geldiğini, mucizeler gösterebileceğini iddia etti. Komik düştü, dillere düştü. Helâk olup gitti.
Bugün de onun yolunu takip etmeye hevesli kimseler var. Bunlar, medya imkânlarıyla desteklenip büyük şovlarla itibar devşiriyorlar. Bazıları kendilerini “Rasul” ilan ediyor, kendilerine de vahiy geldiğini söylüyor. Bazılarını mehdiliği ortaya koyuyor ve alâmetlerini sıralıyor. Bazıları daha cüretkârca, hakla bâtılı birbirine karıştırıyor. Sûretâ haktan göründüğü hâlde, alttan alta İslâm’a, Kur’ân’a, Peygamber Efendimize, Ehl-i Beyt’ine ve mübarek annelerimize saldırıyor.
O hâlde bugün de Müseyleme’ler bitmedi. Bugün de Ebû Cehiller, Ebû Lehebler bitmedi. Bugün de müslüman görünümlü münafık Abdullah bin Ubey bin Selul’ler bitmedi. Bugün de müslümanları birbirine kırdırıp fitne çıkarmaya çalışan, görünüşte Hazret-i Ali taraftarı Abdullah bin Sebe’ler bitmedi. Her devirde, başka başka adlarla, başka başka sûretlerde devam ediyorlar, edecekler… Bu, müslümanların imtihanı… Herkes, imanlarındaki samimiyetle, Kur’ân-ı Kerîm ve Rasûlullah’a sadakat ve itaatle yoklanacak… “Îman ettim!” demek yeterli olmayacak!..
O hâlde müslümanların, canlarından aziz olan îmanlarına kasteden kimseleri bilmesi, onların hile, tuzak ve suikastlarına karşı uyanık ve tedbirli olması şart!.. Aksi hâlde düşman hep pusuda; bizim gâfil ânımızı bekliyor.
Yaşadığımız asrın Müseylemeleri, adına-soyadına kadar seçilip hazırlanıyor ve özel yetiştiriliyorlar. Sohbetlerinde kitlelere tesir etmek için bolca gözyaşı ve süslü kelimeler kullanarak âdeta büyüleyici bir şov sergiliyorlar. Her sözlerini başından veya sonundan makasladıkları âyetlerle süsleyerek ve bu âyet-i kerimeleri kabara kabara Arapçalarıyla da okuyarak muhatabının şuur altına:
“-Bak ne bilgiliyim, Arapça’yı en iyi bilirim, Kur’ân’ı en iyi anlarım. Hadisleri hep araştırdım, hepsi zayıf-uydurma.” gibi vesvese tohumlarıyla ekiyorlar.
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimizin şahsına hücum eden, onu üzen, itibarını sarsmaya çalışan, âilesine ve Ehl-i Beyt’ine iftira atan kişilerin “asıl ebterler: soyu kesikler” olduğunu haber vermiş. Rabbimiz, kendisine hücum edenlerin hesabını ekseriyetle âhirete ertelediği hâlde, Peygamber Efendimize, sevdiği Habibi’ne saldıranların hesabını çabucak görmüştür. Ama bizim, göz açıp kapayıncaya kadar vaktimiz olsa, parmağımızı kıpırdatacak kadar gücümüz kalsa, bütün imkânlarımızla Allah Rasûlü’ne ve O’nun ümmetine bıraktığı emanetleri savunma mecburiyet ve mükellefiyetimiz var. Aksi hâlde kıyamet gününde, Allâh’ın huzuruna çıkacak yüzümüz olmaz!...
Peygamber Efendimize “Soyu kesik; bundan sonra seni kimse hatırlamayacak!” diyenler nerede? Bunu ağzına dolayan Ebû Leheb, Âs bin Vâil ve nesilleri nerede? Peygambere dil uzatan, O’na nefret kusan kimseleri seven, yâd eden, isimlerini iftiharla çocuklarına veren var mı? Bu, Kur’ân’ın kıyamete kadar devam eden açık mûcizelerinden birisi değil mi?
Peygamber Efendimizin, hanımlarının, çocuklarının ismi dillerde… Tarihin her devrinde, her bölgesinde; Hasan’lar, Hüseyinler var, hem de milyonlarca… Hatice’ler, Fâtıma’lar, Âişe’ler, Ali’ler, Hafsa’lar var… Milyonlarca… Peygamber Efendimizin şanlı ashâbı var; dillerde, gönüllerde…
Demek ki, asıl soyu kesiklik, Peygamber Efendimiz’e muhabbet hissedememek… Asıl ibtilâ, Allah ve Rasûlü’nün hükmüne samimi bir şekilde teslim olamamak, gönüllü olarak îman edememek…
Ey İslam düşmanları! Âlemlere rahmet Peygamber Efendimize düşman kesilseniz de, elinizdeki imkânlar çok görünse, sesiniz bir zaman gür çıksa da; er geç biteceksiniz, yok olacaksınız!.. Toplanıp cehenneme odun olacaksınız! Belki her devirde sizin emsaliniz çıkacak, ama her devirde onların karşısına, gözünü budaktan esirgemeyen hak erleri de bulunacak!.. Ve nihayet Rabbimizin huzurunda toplanacağız ve herkes yaptığını orada hazır bulacak!.. Hak geldi, batıl zâil oldu ve hep yok olacak!..
“Sünnete gerek yok!” deseniz de, mü’minlerin en pâk zevcelerine ifk/iftira atsanız da Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer gibi Peygamber Efendimizin güzîde ashâbına ağız dolusu sövseniz de... Bir gün bitecek, yok olacaksınız! Kitaplarınız da zamanın çöplüğünde öğütülecek, peşinizden koşan avâneleriniz de dünyevî menfaatleri bittiği için çil yavrusu gibi dağılacak. Ardınızdan el açıp bir Fâtiha okuyanınız bulunmayacak! Belki tarihin tozlu raflarında üzerinize konan birkaç sinekcik olacak, o kadar… Belki ibretlik bir isim kalacak arkanızdan… İnsanların “Yazık oldu!” dediği…
Ancak bugün televizyon ekranlarında kasım kasım kasılıp sövdüğünüz hadisler kıyamete kadar devam edecek, sövdüğünüz ashâb-ı kiram’ın isimleri, nesillerimizin şerefli adı olmaya devam edecek... Bizler ve nesillerimiz, hadisleri okuyup öğretmeye ve yaşamaya, ihya olmaya ve ihya etmeye devam edeceğiz. Beğenmediğiniz Buhârî’nin naklettiği hadîs-i şerîfler, dilden dile, gönülden gönüle aktarılacak ve yaşanacak... Bu hak din olan İslam, sizin necis nefeslerinizle söndüremeyeceğiniz kadar büyük; kıyamete kadar Cenâb-ı Hakk’ın teminatı ile korunacak kadar yüce!..
Siz biraz daha çöplüğünüzde, kendi pis düşüncelerinizi dürtüp vakit geçirin; az bir oyalanmadan sonra varacağınız yer, cehennem ateşi! Ateşiniz bol olsun!..
YORUMLAR