Muaz bin Cebel’in halasının kızı olan Esmâ -radıyallâhu anhâ-, Medîneli kıymetli hanım sahâbîlerdendir. Akıllı, ince düşünüşlü, yerinde ve zamanında söz söylemesini bilen, merâmını güzel ifâde eden bir hanım olduğu için kendisine “Hanımların Sözcüsü” mânâsında “Hatîbetü’n-Nisâ” adı verilmişti. Kendisinden 81 hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir.
Medîneli hanımlar, çok fasih ve beliğ hitâbeti olan Esmâ -radıyallâhu anhâ-’ya gelip mânevî dertlerini anlatarak, kendi durumlarını sorması için onu Peygamber Efendimiz’in huzuruna elçi olarak gönderdiler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Esmâ -radıyallâhu anhâ-’yı görünce yanındakilere:
“–Esmâ kimsenin hatırına gelmeyen sorular sorar.” buyurdu.
Esmâ, huzûra çıkarak Efendimiz’e iyice yaklaştı ve ardından edeple:
“–Yâ Rasûlallah! Hanımların kabahati nedir?” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“–Anam-babam Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallah!.. Ben, Sana kadınların elçisi olarak geldim. Doğuda ve batıda bulunan bütün kadınlar, benim buraya çıktığımı işitsin veya işitmesin, hepsi de benimle aynı görüşü paylaşmaktadır ki, Allah Teâlâ, Sen’i bütün erkek ve kadınlara peygamber olarak göndermiştir. Biz, Sana ve Sen’in Rabbine îmân ettik. Kadın olduğumuz için, evlerimizin sınırları içinde yaşıyoruz. Beylerimize huzur ve sükûnet kaynağı oluyor, çocuklarımızı büyütüp terbiye ediyoruz. Lâkin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilmek için erkeklerden farklı olarak bizim bazı mahrûmiyetlerimiz var. Erkekler cuma namazı kılıyor, câmiye ve cemaate devam ediyor, hastaları bizden daha çok ziyâret ediyor, cenâzelerde bulunuyor, hacca da bizden fazla gidiyorlar. Bunların en mühimi de beylerimiz, düşmanla savaşmak için evlerinden çıkıyor ve Allah yolunda cihâd ediyorlar. Bizler ise, beylerimizin mallarını koruyor, iplik eğirip elbise yapıyor, çocuklarımızı besliyoruz. Buna göre bizler, beylerimizin kazandığı hayır ve sevaplarda onlara ortak olur muyuz?”
Hazret-i Esmâ’nın bu basîret ve firâset dolu sözleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in pek hoşuna gitti. Ashâbına dönerek:
“–Siz, hiç din husûsunda soru soran bir kadından, bundan daha güzel sözler işittiniz mi?” diye sordu. Onlar da:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz, bir kadının böyle güzel ifâdelere sâhip olabileceğine ihtimâl vermezdik!..” dediler.
Rasûl-i Ekrem, tekrar ona hitâb ederek:
“–Ey Esmâ! İyi anla ve seni buraya gönderen hanımlara da iyice anlat ki, bir kadının kocasıyla güzel geçinip onun memnûniyetini kazanması, sevap bakımından o saydığın üstünlüklerin hepsine müsâvîdir (denktir).” buyurdu.
Esmâ -radıyallâhu anhâ-, bu cevaptan çok memnun oldu. Dönüp giderken, sevincinden tehlîl ve tekbir getiriyordu. (İbn-i Asâkir, Târihu Dımaşk, VII, 363-364, XXIX, 65-67; Beyhakî, Şuab, VI, 421; Heysemî, IV, 305; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, VII, 19)
* * *
Buna benzer başka bir rivâyet de şöyledir:
Sahâbî hanımlardan Ümmü Ri’le -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in huzûruna gelerek, evlerini düzenli tutmak, kocalarına hizmet etmek, çocuklarını beslemek ve beşik düzeltmek gibi ev işleri ile meşgul olduklarını ifâde ettikten sonra:
“–Yâ Rasûlallah! Bizim için gazâya gidip büyük ecirlere nâil olmak mümkün olamıyor. Bize öyle bir şey öğretiniz ki, onunla Allâh’a yakınlaşabilelim!” demişti.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona:
“–Gece gündüz devamlı Allâh’ı zikrediniz, gözlerinizi yabancıya bakmaktan ve seslerinizi onlara işittirmekten muhâfaza ediniz!..” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, VIII, 204)
* * *
Bu iki rivâyetten de anlaşıldığı üzere hanım sahâbîlerin gönüllerini meşgul eden mesele, kadınların ev işleri ve çocukların bakımı sebebiyle Allah yolunda hizmet edip ecir kazanma imkânından mahrum kalma endişesiydi. Onlar, kocalarının daha fazla ibâdet, infak ve cihâd etmeleri sebebiyle kendilerini geçtiklerini, oysa kendilerinin ev işleri ve çocuk terbiyesiyle âdeta evde mahsur kaldıklarını, hiçbir sevâba nâil olamadıklarını düşünüyorlardı. Bu hayır ve hizmet heyecanı, onları Peygamber Efendimiz’e defaatle sözcüler göndermeye sevk etmişti.
Bu hâdiseler üzerinde biraz düşünecek olursak, içinde pek çok ibret ve hikmet bulunduğunu müşâhede edebiliriz. Şöyle ki:
Cenâb-ı Hak, insanları birbirine muhtaç olarak yaratmış ve her birine ayrı ayrı kâbiliyetler ihsân eylemiştir. Fakir bir kimse, dünya hayatında zengine muhtaçtır. Zengin ise, âhiret selâmeti için fakirin duâsına muhtaçtır. Hastalıktan muzdarip bir kimse, kendisine bakıp gözetecek sıhhatli bir insana muhtaçtır. Sıhhatli bir kimse de, duâsı ile Rabb’i arasında hiçbir perdenin bulunmadığı hastanın duâsına muhtaçtır. Evlât, dünyada anne-babanın vereceği terbiyeye muhtaçtır. Bu bakımdan anne-babanın evlâdını hayır-hasenat ile tezyin etmesi îcâb eder. Âhirette ise, anne-baba evlâdından gelecek her türlü sadaka-i câriyeye muhtaçtır. Dünya hayatında, zevc ile zevce birbirine muhtaçtır. İkisinin de fıtrî kâbiliyetleri farklıdır. Bu sûretle birbirlerinin tamamlayıcı unsurlarıdır. İki taraf da birbirlerini hakka ve hayra teşvik etmeli ve vazîfelerini Allah rızâsı için îfâ etmelidirler. Böyle olduğu takdirde birbirlerinin amel-i sâlihlerinden hissedâr olurlar.
Kadın, yaratılış özelliklerine uygun şartlar altında yaşadığında, toplumu cennet huzuru kaplar. Tarih sayfalarını karıştırdığımız zaman görürüz ki, toplumlar sâliha hanımlarla âbâd olmuş ve yine fâcire kadınlarla da berbâd olmuştur. Zîrâ toplumun çekirdeğini oluşturan âile müessesesindeki müstesnâ rolüyle kadın, toplumun billur bir âvizesi gibidir. Eğer kadınlara mutluluk için sokaklar gösterilirse, o billur âvize lâyık olduğu yüksek mevkiinden düşer ve hayat yolları cam kırıkları ile dolar.
Bir milleti, nasıl bir geleceğin beklediğini görmek kerâmet değildir. Gençliğin temayülleri bunun en bâriz alâmetidir. Bu itibarla bilhassa genç kızlarımız, toplumumuzda bir İslâm hanımının şahsiyet, karakter ve fazîletini sergileyerek etraflarına da güzel bir misâl olmalıdırlar. Hiç unutulmamalıdır ki, bütün evliyâullah ve fâtihler, ilk feyizlerini fazîletli bir anneden almışlardır.
Âile içinde erkek merhametli, hakşinas; kadın ise itaatkâr ve saygılı olmalıdır. Hanımın takvâ ve istikâmeti; kocasını, çocuklarını, akrabalarını ve hattâ komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mâhiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir.
Sâliha anne ise, ilâhî kudretin insanoğluna lutfettiği bir rahmet kucağıdır. Âile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, anne kalbidir. Saâdet çiçeklerinin tohumları, annelerin gönüllerine bırakılmıştır. Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Cennet annelerin ayakları altındadır…” buyurmuş ve anne muhabbetini ısrarla telkin etmişlerdir. Nitekim kendisine, daha ziyâde kime hürmet ve hizmet edilmesi gerektiği sorulduğunda, üç kere “Annen!..”, sonra da “Baban!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1, 2)
Fedâkâr ve sâliha bir anne, cidden engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır.
Sevgi ve saygı, bir yuvayı huzur ve saâdet içinde devam ettiren yegâne kâidedir. Ecdâdımız; “Yuvayı dişi kuş yapar.” demişlerdir. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak husûsunda kadın, daha tesirli bir rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği firâset (seziş ve kavrayış), gayret ve fedâkârlık, erkeğinkinden daha fazla bir ehemmiyet arz eder.
Peygamber Efendimiz’in rûhâniyetinden feyz almış sâliha bir hanım modelini, Abdullah ibn-i Mesûd -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti ne güzel ifâde eder:
“Ashâb-ı kirâmdan biri evine girdiğinde hanımı ona derhal şu iki suâli tevcih ederdi:
1- Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu?
2- Allah Rasûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin? Ezberlemiş olduğun kadarını hemen bana da aktarmanı istiyorum!
Sahâbî, evinden çıkacağı zaman da hanımı ona:
«–Allah’tan kork; haram kazanma! Zîrâ biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat kıyâmet gününde cehennem azâbına sabredemeyiz!..» diye nasihatte bulunurdu.” (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)
Bu vasıflarla müzeyyen sâliha bir hanımı, Peygamber Efendimiz şöyle tavsîf etmişlerdir:
“Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhafaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857)
* * *
İlâhî kader programı çerçevesinde, imtihan edilmek üzere geldiğimiz dünya şartlarında, nasipler muhtelif olarak taksim edilmiştir. Bu sebepten birtakım yuvalar saâdet ve huzur içindedir. Onların ağır bir şükür imtihanı vardır.
Birtakım yuvalarda ise, hüzün ve bedbahtlıklar hüküm sürmektedir. Onlar da çok mücbir bir sebep olmadan boşanmaya tevessül etmeyerek Cenâb-ı Hakk’a sığınıp evliliklerini devam ettirme gayreti içinde olmalıdırlar. Çünkü onların da ağır bir sabır imtihanı vardır. Lâkin zamanımızda boşanmalar had safhaya ulaşmış ve ayrılan gönüllerin ardında da birçok yavru, mahzun kalmıştır. Yani bu boşanmalar, arkalarında ancak elem, ıztırap ve gözyaşı bırakmaktadır.
Bazı yuvalarda ise, ilâhî takdir îcabı eşlerin çocukları olmamaktadır. Onlar da Âişe vâlidemizin hâlini kendilerine örnek almalıdırlar. Zîrâ Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, kardeşinin yetim kızlarını terbiyesine almış ve onları güzelce himâye etmiştir. (Muvatta’, Zekât 10)
Ayrıca Peygamber Efendimiz, yetimi muhafaza edip hak yolda yetiştirenler için işaret ve orta parmağını yan yana getirmiş ve:
“Cennette böyle beraber bulunacağız.” (Buhârî, Edeb, 24) buyurmuşlardır.
Bazı mü’mine hanımlar da uygun bir kısmet çıkmadığı için evlenememektedir. Böyle hanımlar da bu hâlin kendileri için hayır olduğu inancına sahip olmalıdırlar. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lutfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar.” (en-Nûr, 33)
Nitekim bir başka âyet-i kerîmede de:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) buyrulmaktadır.
Kimileri için de evliliğe mâni bazı hâller ve imkânsızlıklar takdir edilmiştir.
Velhâsıl, hangi hâl ve şartlarda olursa olsun, bir insan, Cenâb-ı Hak’tan dâimâ râzı olup, İslâmî fazîletlerini zirveleştirmeye gayret etmeli, karşılaştığı her hadisede Allah rızâsını aramalıdır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“…Kim Allâh’a tevekkül ederse, O, ona yeter…” (et-Talâk, 3)
* * *
Yâ Rabbi!.. Asr-ı Saâdetin, gönülleri İslâm nûruyla tezyîn eden güzelliklerinden lâyıkıyla istifâde ederek bu güzelliklerle Sana kavuşabilmeyi cümlemize ihsan buyur…
Âmîn…
YORUMLAR