Asr-ı saadet, yani “mutluluk çağı” diyoruz, Peygamber Efendimizin ve ashâb-ı kirâmın yaşadığı döneme… Acaba neden mutluluk çağıydı, hiç düşündük mü?
Bugünkü ölçülerle baktığımızda; kadın-erkek herkesin dokuz-beş mesâi yaptığı, sigorta, yemek, servis, bol bol izin ve dolgun bir maaşın olduğu bir dönem olduğu için miydi, bu mutluluk?!
Deniz kenarında yaşadıklarından, sık sık dünya seyahatlerine çıkıp mutlu karelerini fotoğraflayıp gülümsemelerini insanlara servis ettiklerinden mi? Onların mutlulukları, dayalı döşeli villalarda yaşayıp istedikleri her şeyi gece-gündüz yiyebildiklerinden, hizmetçilerinin etraflarında pervane gibi döndüğünden miydi acaba?
Bankalarda, kasalarda ağzına kadar dolu servetlere sahip olduklarından, bunu kimseye koklatmadıklarında mıydı yoksa? Haram-helâl demeden herkesle yakınlaşıp zinanın her türlüsüne rahatça ulaşabildiklerinden mi ya da akla-hayale gelmeyecek zevk ve hazların peşinde bir ömür sürüklendiklerinden mi?
Soruları çoğaltmak, konuları çeşitlendirmek mümkün… Bunlar, genel olarak bizim sahip olduğumuzda, mutluluk hissettiğimiz şeyler… En azından kendimize böyle söylüyoruz.
Peki, tabloya bir de şöyle bakalım:
İslâm’ın ilk ortaya çıktığı yer; kupkuru bir çöl… Bırakın sebze-meyve yetişmesini, neredeyse ot bile bitmiyor. Kupkuru bir toprak… Görülen seraplar bir tarafa, yerden çıkan su kaynakları sınırlı, kuyulardan binbir zahmetle su çıkarılıyor. Gökyüzünden yağmur “arada bir” yağıyor.
Evler desen, kerpiçten, çamurdan yapılmış. Çoğunun penceresi, kapısı yok. Bazen bir örtü ile kapı-pencere kapatılıyor. Bazen, bizim tabirimizle, “bir göz oda”… Çekyat, kanepe, sedir, halı, yemek masası, oturma grubu yok… Bir hasır, bir-iki derme çatma mutfak eşyası, bazen bir-iki yastık, belki altı doldurulmuş bir yatak… vs.
Hava sıcak, bunaltıcı… Soğuk su, buzdolabı vs. yok. Yemek belli; hurma, et-süt, ticaretle başka ülkelerden bazen getirilen sebze ve meyveler… O da uzun çöl ve deniz yolculuklarına dayanabilecek cinsten…
İnsanlar vahşî olmuş, birbirinin canına kıymak için ufacık bir kıvılcım arıyor. Toplumun köleleri, kadın ve çocukları itilip kakılıyor; her türlü işkence ve baskı altında “efendilerin” emrinde, onların gönlünü etmek için habire çalışıyor.
Kız çocukları diri diri gömülüyor, zira büyüdüğünde kadına biçilen “zillete” anne-babaların gönlü razı olmuyor. Bir de geçim telâşesi, “bir boğaz daha eklenirse!” korkusu var.
İşte böyle bir devirde, böyle bir coğrafyada bir insan çıkıyor ve:
“-Allah bana vahy etti; bu düzen değişecek!” diyor.
Ama bunu demenin de, buna inanıp bağlanmanın da faturası ağır… Zaten olmayan yiyecek ve sulardan tamamen mahrum olmak, bitip tükenmek bilmeyen işkenceler altında inim inim inlemek… Merhamet mahrumu insanların vicdanının sesini duymaya çalışmak…
“-Birbirinize zulmetmeyin; hakkı, adaleti, iyiliği, akraba bağlarını gözetin!” diyen kimseye, kimselere; zulmün en acıları tatbik ediliyor. Çöllerde aç-susuz bırakılıyor; kırbaçlarla, sopalarla vücutları lime lime ediliyor, bedenleri develere çektirilip parçalatılıyor. Çile büyüyüp devleşiyor. Dayanılmaz hâle geldiğinde, O İki Cihan Seyyidi:
“-Allah için yerinizi-yurdunuzu terk edin, canınızı ve dininizi kurtarın!” buyuruyor.
Bu sefer de hiç bilmediğin diyarlara yollara düşüyorsun. Alıştığın her şeyi, evini, âileni, çoluk-çocuğunu, kurulu düzenini, rayına girmiş ticaretini, bağını-bahçeni, kısacası bütün varlığını geride bırakarak yola çıkıyorsun. Bir bilinmeze…
“Gittiğin yerde kim var, sana sahip çıkacak bir otorite olur mu? Bu şehirdeki imkânlarını mumla arar mısın?” diye düşünmeden… Günlerce yürüyorsun. Her an yakalanıp geriye götürülmek ve işkence edilmek korkusuyla…
Ardından hasret yakıyor yüreğini… Memleketten uzak olmak… Saadet iksiri Kur’ân’ın çağıltısından mahrum kalmak… O’nu iki dudağından insanlığa içiren Âlemlerin Efendisine uzak olmak… Yakıyor da yakıyor yüreğini…
Dayanamayıp geri dönsen her şey eskisi gibi… Sabredip muhâcir kalsan, çile bir değil ki… Tek tük tökezleyenler, kendilerine yeni bir çevre, yeni bir din arayanlar da var; âciz kaldığı için nereye gideceğini bilemeyen kadın ve çocuklar da…
“-Eğer Allah Rasûlü’nün yanında olsak, en azından bu kül eden hasret olmaz, birbirimizden güç alırdık!” düşüncesi yalayıp duruyor, azim ve kararlılığı… Geceler bitmez, gündüzler geçmez oluyor.
Müslümanların acı haberleri geldikçe durduğun yerde duramaz oluyorsun. Sonra âni bir kararla, gözünü karartıp tekrar eski şehrine, Şehirlerin Anası’na dönüyorsun. Zulüm ve işkence bitmemiş, daha bir acımasız, daha bir katıksız olmuş.
Müslümanları toplamışlar bir mahalleye… Giriş-çıkışı, alış-verişi yasaklamışlar. Onlarla konuşmak, onlarla kız alıp vermek de yasak… Müslümanların kendi paralarıyla içeriye yiyecek-içecek sokmasına bile müsaade etmiyorlar. Günler geçiyor; açlıktan insanlar ölüyor, çocukların feryadı gökleri deliyor. Ama cömertliğiyle övünen, akrabası için ölümü göze aldığını söyleyen Araplar, “Rabbim Allah’tır!” demekten başka suçu olmayan insanlara, dünyayı yaşanmaz kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Üç koca yıl da böyle geçiyor. Peygamber Efendimizin en büyük destekleri olan Ebû Talip ile Hazret-i Hatice, bu mahrumiyetler için de gözlerini yumuyorlar dünyaya… Bir “rahat yüzü göremeden” vefat ediyor Hazret-i Hatice… İki erkek evladını, toprağa vermiş daha küçücük yaşlarındayken… Geride dört kız… Gözü yaşlı, gözü arkada veda ediyor; Vefâ Sultanı Efendimize…
Efendimiz çaresiz… Evde tam çocukluk ve yetişme çağında kızlar var. Evde Hazret-i Ali gibi, Hazret-i Zeyd bin Hârise gibi delikanlılar var. Onlara bakıp büyütecek, kızları terbiye edecek kimse lazım…
Dışta bitip tükenmek bilmeyen amansız saldırılar… O Rauf ve Rahîm Peygamber, mü’minlerin yaşadığı çileleri katlanarak bir de kendi yüreğinde yaşıyor. Ama Rabbi, “Sabır!” diyor sadece… Kâbe’ye dönüp ibadet etmek, kendi başına namaz kılmak bile imkânsız hâle gelmiş… Secdedeyken kahkahalarla sırtına deve işkembeleri bırakılıyor; alayların, hakaret ve tehditlerin ardı arkası kesilmiyor.
O küçücük Fâtıma, aslan kesiliyor, babasını bu hâlde görünce… Sırtındaki işkembeyi iterek kükrüyor; küfrün elebaşlarına… Onun celâdetini görenlerin nutku kesiliyor, kahkahaları boğazlarına düğümleniyor. Ellerindeki imkânlarla astığı astık, kestiği kestik olan bu acımasız insanlar; kuyruklarını kıstırıp uzaklaşmak zorunda kalıyorlar.
Peygamber Efendimiz, gözyaşlarını silmeye çalışan gözbebeği kızını tesellî ediyor:
“-Sabret kızım!” diyor. “Allâh’ın vaadi hak!”
Sonra Tâif’e davet ediyorlar Allah Rasûlü’nü görüşmek için… Bir ümit, sığınılacak bir mekân, Müslümanların huzur içinde ibadet edeceklerini bir yer umuduyla yollara düşüyor. Bu sefer de ayak takımına taşlatıyorlar, İnsanlığın Medâr-ı İftihârını…
“-Bilmiyorlar!” diyor O da Rabbine… “Bilselerdi yapmazlardı!”
Sonra ellerini açıp kendisine bu zulmü revâ görenlere duâ ediyor, af diliyor onlar için… Bir de:
“-Yâ Rabbi!.. Âcizliğimi, çaresizliğimi Sana arz ediyorum! Eğer Sen benden râzı isen, bunlar benim için ne ki!” deyip niyazını tamamlıyor.
Mekke’ye geri dönebilmek için bir müşriğin himayesine girmek zorunda kalıyor Allah Rasûlü... Ardından suikast teşebbüsü… Ve Allâh’ın Medîne’ye hicret izni…
Müslümanlar, bir kere daha her şeyini bırakarak yollara düşüyorlar. Mechûle doğru… Ama îmanla, kararlılık ve coşkuyla… Malları yok yanlarında; evlerini, bahçelerini, âilelerini yine geride bırakmışlar; fakat bu sefer Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onlarla birlikte… Bu, onları teselli ediyor.
Yürüyorlar, çöllerin içinden… Onları cennet bahçelerine çevirerek… Yürüyorlar, gecenin karanlığına… Ayak bastıkları yerleri aydınlatarak… Birken bin olacakları, kök salıp fidan olacakları Medîne’ye yürüyorlar.
Medîne bağrına basıyor kendisine gelen hicret erlerini… Evlerini, sofralarını açıyor.
“-Neyimiz varsa, buyurun artık ikimizin!” diyor.
“Tam rahata erdik!” derken Mekkeli müşrikler rahat durmuyor; Müslümanların huzuru, onları tedirgin ediyor. Ordular topluyorlar peş peşe… İnsanları kışkırtıyorlar. Akın akın geliyorlar; yenilseler de ölmeye-öldürmeye doyamıyorlar.
Müslümanlar, bir taraftan Mekke’den gelenler, bir taraftan da şehrin içindeki ihanetlerle sarsılıyor. Yahudi kabileleri ve içi farklı, dışı farklı münafıklar, Müslümanların hep zaaf ânını yokluyor. Ne zaman fırsat bulsalar, bir anda tepelerine inmek için sabırsızlanıyorlar.
Müslümanlar hüzünlenince, gözlerinin içi gülüyor bu hâinlerin… Ellerini ovuşturuyorlar, Uhud’da, Hendek’te ihanet edip müslümanları zor duruma düşürdükçe… Peygamber Efendimiz, dışarıdaki kâfirden daha kâfir bu insanlara:
“-Dokunmayın!” diyor. “Sonra Muhammed, ashâbını öldürmeye başladı derler!..”
Müslümanlar çaresiz yumruklarını indiriyorlar; sabırla, tevekkülle, îmanla Peygamber Efendimize tâbî oluyorlar.
Açlık, yokluk, düşman korkusu bitmiyor Medîne’de de… Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açlığını bastırmak için iki taş bağlıyor midesine… Rasûlullah’ın hânesindekiler, “İki gün üst üste doyduğumuzu hatırlamıyoruz!” diyorlar.
Sabah kalktığında evde yiyecek hiçbir şey olmadığını öğrenen Allah Rasûlü, oruca niyetleniyor çoğu kere… Geceleri ise, sabahlara kadar verdiği nîmetler için şükrediyor, namaz kılıyor, ümmeti için af diliyor Allâh’ın dîvânında…
Evi dört duvar… Evi, toprak zemin… Yatağı bir hasır… Yanağına izleri çıkan…
Ama şükür hâlinde… Sadece O mu? Müslümanların evleri, sabahlara kadar vızır vızır arı uğultusu gibi Kur’ân sesleriyle çağıldıyor. Namaza durmak için gecenin yarısında, bazen üçte ikisi boyunca ayaktalar… Çünkü onlar bu dünyanın fânî olduğunun farkında… Çünkü onlar, kavuştukları îman nîmetinin ne kadar büyük bir lütuf olduğunun farkında…
Cehâletin yakıp kavuran ateşinden kurtulduktan sonra, bir daha ona dönmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar. İslâm’ın kendilerini nereden alıp nereye getirdiğini görüyorlar. O yüzden mutlular… O yüzden o devre, “saâdet asrı” deniyor.
Yoksa bizim bugün anladığımız mânâda, “kendileriyle baş başa kalacakları”, “gönüllerince gezip tozacakları”, “patlayıncaya kadar yiyip içecekleri” bir vakitleri olmamış.
Onlar da insan… Bazen içlerinde dünyanın rahat ve konforunu talep edenler de çıkmış. Meselâ Tebük’e gitmekte zorlanan üç sahabî gibi… Ya da Peygamber Efendimizin çilekeş hanımları gibi… Ama inen âyetler, hep âhirete vurgu yapmış! Çünkü “asıl hayat, âhiret hayatı!” Hakiki mutluluk, ten rahatı değil… Hakiki mutluluk, Allâh’ın râzı olacağı bir hayat yaşamak… Onlar bunu çok iyi anlamışlar ve gereğini yapmışlar.
O yüzden evlatlarını, eşlerini, babalarını kaybeden kadınlar feryat etmemiş; hüznünü birkaç gözyaşı ile tesellî etmiş. O yüzden malını-mülkünü tek bir kalemde, Allah ve Rasûlü’ne feda eden Ebûbekir’ler, teşekkürü bile zâid görmüşler ve:
“-Ben de, benim malım da zaten Senin değil mi? Aramızda ayrılık mı ey Allâh’ın Rasûlü!” demişler, üstelik bir de samimiyetle gözleri nemlenmiş.
Onlar, ayakları şişene kadar namaz kılarken, oruçtan dudakları çatlayıp kuruduğunda mutluydular. Onlar birkaç günde Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona okuyup tekrar ettikçe mutluydular. Onlar, halife oldukları hâlde fakir ve muhtaçlar için sırtlarında un çuvalı taşırken mutluydular. Onlar, cephede düşmana karşı nöbet beklerken, gözünü kırpmadan safların arasına dalıp ya gâzi ya da şehit olma niyetiyle çarpışırken mutluydular. Onlar, Allah Rasûlü’nden aldıkları işaretle, kıtalar aşıp zâlim hükümdarların karşısında Peygamber Efendimizin mektubunu cesaretle okurken mutluydular. Onlar, bir insana daha İslâm’ı ulaştırdıklarında, onu da cennette kendisine yoldaş edindiğinde mutluydular.
İşte Asr-ı Saadet buydu. Bugün biz böyle bir saadet iklimine ne kadar yakınız? Yaşadığımız bu iğreti hayatta ne kadar boş kuruntular peşinde koşuyor ve nerelerde mutluluk arıyoruz? Onlar mı gerçek mutluluğa kavuştu, yoksa bu kadar konfor içinde biz mi mutluyuz?!
YORUMLAR