Nesiller değişiyor. Zaman, sayı bakımından değişse de mekânlar aynı… Yılların adı farklılaşsa da gün sayısı, ay sayısı ve günün uzunluğu değişmiyor. Aslında eşyaya ve mekâna dair her şey muhteva bakımından ilk hâlini koruyor. Değişen nedir peki?
Değişen, insan nesli… Kişiler, toplumlar, cemiyetler zaman içinde değişiyor. Eskiler gidiyor, yeniler geliyor. Yeniler eskilerin oluşturduğu kültür mîrasının üzerinden yeni anlayışlar, hattâ yeni hayat şekilleri ortaya koyuyorlar.
İşin özüne baktığımızda insanların karakterleri ve fıtratları da aynı; fakat düşünce ve davranışları, zamanın ihtiyaçlarına veya çevrenin dayatmalarına göre durmadan şekil değiştiriyor. Her gün farklı rüzgârlar esiyor. Dünya çapında her gün bir önceki güne göre farklı, bir o kadar da ilginç yenilikler ortaya çıkıyor.
Şüphesiz değişim, dönüşüm, farklılaşma tabiî bir durum… Hayatın hep aynı hâl üzere kalması beklenemez. Ancak iyiden kötüye, doğrudan yanlışa ve güzelden çirkine doğru bir değişim; insanlık açısından herhalde bir ilerlemeyi değil, tam aksine geri gidişi göstermektedir.
O hâlde değişimin hangi konularda olması mâkul ve meşrûdur? İslâm, değişim konusunda ne demektedir? İnsanlar neyi değiştirdiklerinde daha mutlu olurlar, hangi konularda değişim sözkonusu olmamalıdır.
Allah Teâlâ yeryüzüne birtakım değişmez kanunlar koymuştur. “Sünnetullah” adı verilen bu kanunlar, fizik, kimya, biyoloji vb. teknik alanlarda bulunduğu gibi, fert ve toplum hayatında da geçerlidir. Bunlar insanların ve toplumların karakterini ortaya koyar. Bunlarda bir değişim yoktur.
İşte bu değişmez özellikleri ıslah etme gâyesine mâtuf olan inanç, ahlâk ve ibadet esasları da değişmez. İnsan tabiatını ortaya koyan, onun zaaflarını ve faziletlerini gösteren ilâhî prensipler; insanın nasıl yüceleceğini ve nasıl vahşîleşeceğini tam olarak tespit etmiş ve bunun yollarını göstermiştir.
Bu ana istikamette farklı vasıtalar kullanılması; zamana, mekâna ve gelişmeye uyum sağlayacak değişikliklerin olması normaldir ve hattâ gereklidir. Meselâ insanın mal biriktirme ve uzun yaşama hırsı vardır. Dînimiz fıtrattaki bu değişmez özelliğin, hayra kanalize edilmesini, kişinin kendisine ve başkalarına zarar vermeyecek bir sınırda tutulmasını emretmiştir. Malı biriktirmek için helâl yollardan rızık peşine düşülmesini, biriktirilen maldan toplumun hakkı olan payın zekât, sadaka, infak ve îsar yollarıyla tekrar topluma kazandırılmasını emretmiştir. Böylece kişinin iç dünyasındaki “cimrilikle mücadeleyi” bir hedef olarak ortaya koymuştur. Ana prensip bu olunca, insanın hangi vasıtaları kullanarak cömertlik yapacağı, muhtaç ve sıkıntıda olan varlıklara hangi şekillerde infak edeceği günün şartlarına göre değişiklik arz eder.
İslâm, biraz önce ifade ettiğimiz gibi, ana prensipler hususunda değişimi hoş görmezken, vasıta hükmündeki prensiplerde esneklikler ortaya koymuş ve “zamana göre, ahkâmın değişmesine” kapı aralamıştır.
İslâm, insan için gelmiştir. İnsanın iki dünya saadetini hedeflemektedir. Bu saadete götüren yolları göstermekte, ama görünüşte “saadet” olup aslında “felâket” olan kolay ve hazır yollardan da uzak tutmaktadır.
Bir misal olmak üzere, insanın başkalarına yardım etmek gâyesiyle de olsa faizden, kumardan veya karaborsacılıktan para kazanması kabul edilemez. Bu her ne kadar içinde “iyi niyet” barındırsa da, insanların genelinin ve toplumun aleyhinedir. Belki sonuçta birkaç kişi “mutlu” olacaktır, ama binlerce kişi “mağdur” ve “mazlum” hâle dönüşecektir.
İşte bu yüzden İslâm, fert ve toplum arasındaki dengeyi çok güzel kurmuş, ferdin ihtiyaçlarını karşılarken toplumu mağdur etmemiş; toplumu âbâd edeceğim derken de ferdi ve ihtiyaçlarını hiçe saymamıştır.
İslâm, teoriden ibâret, hamâsî nutukların atıldığı bir ideoloji değildir. Bilakis o, insanı kemâle erdirmeye çalışan, onun inanç, ahlâk ve davranışlarını olgunlaştıran bir hayat nizamıdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de köşesinden projeler üreten bir filozof değil; söylediği her şeyi bizzat tatbik eden, hayatın içinde, ama “en güzel insan” modeli ortaya koyan yüce bir Peygamber’dir. O, îman ve aksiyon insanıdır. Söylediği her şeyi yapmış, yapmadığı bir şeyi de kesinlikle söylememiştir.
İslâm’ın ve Kur’ân’ın çağları aşan hitâbı, eskimeyen, pörsümeyen ve her zamanın fikrî ihtiyaçlara cevap verebilen bir muhtevaya sahiptir. İslâm, karşımızda sarsılmaz bir kale, Kur’ân ve Sünnet ise onun yükselen burçları gibi dururken Müslümanlık şuurunun bu denli savrulmaya ve zaafiyete uğramasının sebeplerinin araştırılması ve tartışılması gerekir. Özellikle İslâm’ın istediği insan kalitesinden gittikçe uzaklaşmak ne ile izah edilebilir?
Bugün müslümanların dünya çapında büyük bir fikrî, ahlâkî, iktisâdî buhran yaşadığı ortadadır. Ellerinde bu kadar güzel bir din, bu kadar şaşmaz bir Kitap, bu kadar mükemmel bir hayat nizâmı olan Peygamber varken; müslümanlar bu acınacak durumu nasıl düşmüş veya düşürülmüştür?
Müslümanlar, değişim rüzgârını nasıl anlamış ve ne şekilde uygulamışlardır ki, fikrî ve ahlâkî bir savrulmaya uğramışlardır?
O hâlde meseleye en başından başlamalı; İslâm’ı en mükemmel şekliyle ve ilk kaynaklarından süzerek öğrenip yaşamalıdır. Âcilen Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin ördüğü “Müslüman Şahsiyeti”ne ihtiyaç vardır. Bu; Kur’ân’ın istediği ölçülerde bir Müslüman karakteri, Rasûlullâh’ın belirlediği ölçülerde bir mü’minlik kıvâmıdır.
Müslüman ferdi bu ölçüler içinde dokumadıktan sonra, Müslüman bir cemiyet hayatı teşekkül edemez. Çünkü toplum, fertlerin bir araya gelmesiyle oluşur. Fertler ne kadar yetişmiş ve sağlam ise, toplumlar da o kadar sağlıklı ve mukavemetli olur.
Fertlerin birbirine sevgi ve bağlılığı da toplumun yapısını perçinler. Bu sebeple İslâm, mü’minleri “îman kardeşliği” ile birbirine bağlamıştır.
İnsanların zor zamanlarda güçlü kalması da mânevî değerlere bağlılıkları nisbetindedir. Eğer güçlü bir îman, yerleşmiş ve doğru bir tevekkül ve teslimiyet anlayışı yoksa, insanların en küçük bâdireleri atlatması bile zor olur. Mâneviyâtı diri tutan hususlar, îman, ihlâs ve takvâ üzere yaşanan müstakîm bir hayat çizgisidir.
Asıl tehlike, amelî hata ve zaafiyetlerin olmasından ziyade, kalbî ve zihnî olarak savrulma yaşanmasıdır. İslâm’ı ve Müslümanlığı, kendi heveslerimiz yönünde yorumlamak, İslâm’ın özünü unutup zamanın ve şartların durumuna göre değerlendirmek, asıl korkulması gereken tehlikedir.
İslâm, her birimizin zihin dünyasında sabit ve ilâhî emir olması yönü ile sarsılmaz bir şekilde durmalı, biz kendi hayatımızı ona göre tanzim etmeliyiz. Âhiret ve hesap günü kaygısı ile yaşanan bir hayat, ancak sınırlarını bilen, kulluğunun farkında olan bir insanın hayatı olabilir.
Hangi statü ve dünyalık imkânı içerisinde olursak olalım, dünyaya “üryan” geldiğimiz gibi, dünyada kazandığımız bütün sıfatlarımızdan arınarak tekrar Rabbimizin huzûruna bir kefenle gideceğimizi aklımızdan çıkarmayalım. O’nun huzurunda kıymet ifade eden sıfatımız, sadece ve sadece kulluk/mü’minlik sıfatımız olacaktır.
Belki her hususta en mükemmel davranış modellerini ortaya koymamız mümkün değildir. Zaten Rabbimiz, bizim beşerî zaaflarımızı bizden daha iyi bildiği için bize böyle bir sorumluluk da yüklememiştir. Mühim olan kalp ve zihin dünyamızı, Allâh’ın rızâsı istikâmetinde programlamak ve nefeslerimizi, gücümüz yettiği nisbette bu gaye uğrunda seferber etmektir.
Nasıl bir yere gitmek üzere yola çıkan insanın, çukur ve engebelere göre yolu bazen zorlaşırsa veya yağmura, rüzgâra göre güzergâhında biraz değişiklikler olursa da, o gayesinden sapmadığı müddetçe doğru yolda yürümeye devam edecektir; er veya geç hedefine varacaktır. İşte zihnin ve kalbin, ilâhî rızâya ulaşmayı hedeflemesi bu yolcunun durumu gibidir. O, her ne kadar çevre şartlarıyla birtakım sıkıntılar ve zorluklar yaşasa da, zihnî ve mânevî bir savrulma yaşamadıkça gayesine adım adım yaklaşacaktır. Bizi bu asil gaye uğrunda muvaffak kılacak, yine Rabbimiz’dir.
YORUMLAR