Asâsız

“-Kur’ân duvarlarda asılı duruyor, hayatımıza girmiyor!” diyordu hocalar bir dönem, eskiden… “Kur’ân’ı duvarlardan indirin, okuyun, uygulayın, hayatınıza alın!” demek istiyorlardı.

Kur’ân duvarlardan indi, lâkin hayatlara değil, kapalı dolaplara, vitrinlere girdi. Kur’ân yeniden duvarlara asılsın. Evimizin en müstesnâ köşelerine konulsun. Hürmet ve edeple beraber muhabbeti, muhabbet ve marifetle beraber insibağı, Kur’ân’ın boyasıyla boyanmayı öğrenmemiz lâzım!..

Hem zâhirî beraberlik, göz önünde olmalı ki, gönülde de bulunsun. Hem bâtınî tesir, nûrânî bir kandil gibi aydınlatmalı evlerimizi...

Evlerimizi meleklerle şenlendir, yâ Rab!

Çok Kur’ân okumalı ki, “içlerinde Allâh’ın adının zikredilmesine izin verilen evler”den olsun evlerimiz… (Bkz: en-Nûr, 36)

“Yer ehli, yıldızları nasıl ışıklı ve parlak görüyorsa, gök ehli de yerde Allâh’ın zikredildiği evleri, öyle ışıklı ve parlak görürler.” hadîs-i şerîfinde buyrulduğu gibi, yeryüzünün yıldızlarından olsun evlerimiz… Bu münbit toprakta kurtulur dinin yarısı; evlilik saâdet-i dâreyn olur. Bu münbit toprakta yetişir, sâlih ve sâliha yavrular.

Bu meyanda bir de televizyon meselesi var.

“-Tesbih çekerek televizyon seyredilmez!” deniliyor; TV kapatılmıyor, tespihler bırakılıyor. Tercihler dehşet verici… Televizyon olan odalara girmeyen mü’minlerden, dizi seyrederken namaz kaçıran müslümanlara kadar geldik. Televizyon olacaksa illâ, hükmetmeyi öğrenmek lâzım!... Açarkenki rahatlıkla, istekle kapatabilmek lâzım.

Dünyada sohbetinden bunalacağımız insanlarla sonsuz hayatı paylaşmak revâ mı? Kimlerin evlerine ve gönüllerine benziyor evlerimiz, gönüllerimiz?

“Kur’ân okuyan mü’min, turunca benzer; kokusu güzel, tadı da güzeldir. Kur’ân okumayan mümin ise, hurmaya benzer; tadı güzeldir, fakat kokusu yoktur. Kur’ân okuyan günahkâr kimse ise reyhan çiçeğine benzer; kokusu güzel, fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan günahkâr kimse ise, Ebû Cehil karpuzuna benzer; tadı acı, kokusu da yoktur.” buyuruyor ya Efendiler Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Evlerimiz ne kokuyor? Reyhan mı, turunçgil mi?

Gönlümüzün kokusudur o. Kalbimiz nasıl bir kokuya sahip? “Latîf kokular, latîf rûhları çeker. Habîs kokular, habîs rûhları” hadîs-i şerîfi mûcibince hem evlerimiz, hem kalplerimiz, hem hayatlarımız kimlerle dolu?

Râbıtalı olmak, sadece düşünmek değil... Tabiî bir netice o. Bir kısım sâlih amellerin tabiî neticesi olarak Allah dostları bizimle beraber... Ve bir kısım kötü amellerin, gaflet ve dalâletin tabiî neticesi de râbıtanın kopması; ışıksız, nûrsuz, feyizsiz, gamlı, mükedder, keyifsiz, enerjisiz kalmak oluyor.

“Bir saat tefekkür, bir yıllık ibâdete denktir.” buyrulmuş.

“-Â ne güzel, ne kârlı bir durum kulluk açısından…” demişiz; ne hazindir ki, ibâdeti bırakmışız, fakat tefekkürü ikame edememişiz, etmemişiz.

“-Sevgide aşırı gitmeyin!” denmiş, sevgiyi terk etmişiz.

“-Şımarmayın!” buyurmuş Hak, sevinmeyi bırakmışız.

Bir şeyin tamamına sahip olmamak, eldeki az olandan da vazgeçmeyi getirmemeli!.. Azını başaramadığımızın tamamını terk etmek kolay! Kendine sınır koymak zor... Çocuğa “Dur!” demek, durmayınca azarlamak, yine durmazsa vurmak kolay! Onun için zulüm. Ama nefsine, “Dur!” demek bile zor. Ötesi, yani azar ve kötek nasıl başarılacak? Onun için cehâlet... “Zalûm” ve “cehûl” geldik, öyle gidecek miyiz? Hâlbuki azlar, şükürle çoğalır.

“Allah, rahmetini dilediğine yayar.” (Âl-i İmrân, 74)

* * *

Böyle ters bir durum var. Birileri elimizdeki âsânın eğri olduğunu söyleyince, atmışız elimizden o eğri deyneği, yıkılmışız, dayanaksız kalmışız.

Neden, neden, neden?

Neden dosdoğru bir dayanak almamışız elimize?

Neden o eğriliği gösterenin işaret ettiği doğru sopayı almamışız elimize?

Hani kabul etmiştik sevgili rûhlar, elest bezminde “belâ” demiştik; “Sizi terbiye edeyim mi?” buyuran’a, “Elbette!” demiştik.

“Bize yollarımızı gösteren Allâh’a niçin güvenmeyelim? Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler, ancak Allâh’a güvensinler.” (İbrahim, 12)

 

* * *

Değerleri hatırlamak önemli…

Ucuz olan dünya için, pahalı olan âhireti satmamak lâzım meselâ.

“Beni ve neslimi namaz kılanlardan eyle!..” (İbrahim, 40)

Namazsız, abdestsiz güruhtan eyleme bizi yâ Rab! Namazsızlığın zifiri karanlığının dipsiz kuyusuna düşürme rûhlarımızı. Beş vakit huzura çıkmak yakınlığından mahrum olursak kimlere yakın oluruz, kimlere?

Söyleneni doğru anlamak, doğru söyleyenlerle birlikte olmak, anladığını gerçekleştirebilmek için riyâzât lâzım. Nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi lâzım. Oruç, gece Kur’ân okumak, az yemek, mâtemlerin civarında olmak, infak etmek, kulluk neşesine sahip olmak.

“Az gülmek” denince lüzumsuz ve şımarıkça gülmeleri terk etmeyi anlamak lâzım. Yoksa ümitsiz, yani ışıltısız, karanlık, neşesiz bir yüze bürünmek değil.

“Az konuşmak”, boş konuşmayı, bizi ilgilendirmemesi gereken konuları terk etmekle olur. Yoksa hakkı söylemek gerekirken korkaklığa düşüren dilsiz şeytanlık hâli değil!..

“Az uyumak”, gece uykusundan kalkıp teheccüd, tezekkür, sabah namazı sonrası işrak beklemekle olur. Geç vakitlere kadar oturup sabah namazını yarı uykulu kılmakla olmuyor bu!.. Hormonlar bozuluyor, çeşitli depresif hâller oluyor. Daha başka olumsuz tesirleri saymayacağım. Her şeyi olması gerektiği gibi yapmak lâzım.

“Az yemek” diye bir şey vardı, hatırlamak lâzım... Hazret-i Mevlânâ, oruçlu günlerinde dahî iftarda sadece on lokma yiyor:

“-Biraz daha yeseniz!” diye ricada bulunanlara:

“-Göğsümde öyle bir ejderha var ki, lokmaya gelmez!..” buyuruyor.

O ejderha, nefistir. Doyunca merhamet, incelik, nezâket damarları tıkanan nefis… Oysa sevgili rûhumuz aç, hep aç! İki namaz, birkaç tesbih tanesi yeterli görülüyor ona… Oysa teheccüd istiyor o, doyasıya zikir istiyor, ilim meclislerinden ayrılmamak istiyor. Zavallı rûhumuz... Sahi, kediyi aç bıraktı diye mü’mine bir kadını cehenneme gönderecek olan Rabbimiz, rûhlarını aç bırakanları ne yapar? Cemâlinden mahrum bıraksa yeridir dersiniz şimdi, yine de biz hüsnü zan ile, mağfiret kaçışı ile “Allâhu erhamürrâhimîn”e sığınalım; hâlâ hayattayız, hâlâ ümit var bizde..

“Dil hânesi pür-nûr olur

Envâr-ı zikrullah ile”

Güneş doğuyor ve bütün korkular, korku verici varlıklar, karanlıkla birlikte siliniyor, yok oluyor. Ruhlara da bir güneş lâzım. Bahar güneşi gibi diriltici, yeşertici... Hazret-i Mevlânâ’nın ifade buyurduğu üzere, “şeytanların inip kalktığı yüzler”den olmamak için yüzlerimizi güneşten başka tarafa çevirmeyelim dostlar!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle