Anneler Günü Nasıl Ortaya Çıktı?
Asıl mesleği öğretmenlik olan 1864 doğumlu Anna Jarvis, 1902 yılında babası ölünce annesi ile beraber ABD’de, Philadelphia’da yaşamaya ve çalışmaya başladı. Üç yıl sonra 9 Mayıs 1905’de ise annesini kaybetti. Sürekli annesi ile beraber yaşamasına rağmen öldükten sonra; “ona hayatta iken gerekli ilgiyi gösteremediği”ne inanıyor ve bunun ezikliğini duyuyordu. İki sene sonra Mayıs’ın ikinci pazarında, annesinin ölüm yıldönümünde arkadaşlarını evine çağırdı ve bu günün “Anneler Günü” olarak ülke çapında kutlanması fikrini ilk onlara açtı.
Fikir kabul gördü, Amerika’nın önde gelen bir elbise tüccarı da finansal destek sağladı. İlk anneler günü Jarvis’in annesinin 20 yıl süresince haftalık dînî dersler verdiği Grafton’daki bir kilisede, 10 Mayıs 1908’de, 407 çocuk ve annesinin katılımı ile kutlandı. Jarvis, her bir anneye ve çocuğa kendi annesinin en çok sevdiği çiçek olan karanfillerden birer tane verdi. O günden sonra, temizliği, asâleti, şefkati ve sabrı ifade eden “beyaz karanfil”, Amerika’da “anneler gününün sembolü” olarak kabul edildi.
Sıra anneler gününü “millî bir gün” olarak kabul ettirmeye gelmişti. Jarvis, tarihte tek bir kişi tarafından gerçekleştirilen en başarılı mektup yazma kampanyası ile gazete patronlarından işadamlarına, devlet adamlarından din adamlarına kadar ulaşabildiği herkese bu fikrini iletti. Fikir o kadar çok ve çabuk kabul gördü ki, Senato onaylamadan çok önce, bir çok eyâlet ve şehirde anneler günü kutlamaları gayrı resmî olarak başlatılmıştı bile… Sonunda 8 Mayıs 1914’te Senato’nun onayı ile her yıl Mayıs’ın ikinci pazarı “Anneler Günü” olarak resmen îlan edildi. Çok kısa sürede diğer ülkelere de yayılan bu gün, çiçek ve tebrik kartı satışlarının tavana vurduğu bir gün oldu. Anna Jarvis sonunda muradına ermiş, kampanyasını başarı ile sonuçlandırmıştı ama kendi hayatı pek mutlu sonla bitmedi. Yoğun çalışmadan evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya fırsat bulamadı. Her anneler günü onun için bu yönden acı oldu. Daha ziyâde dînî ağırlıklı bir kutlama olarak düşündüğü bu günden ticârî çıkar sağlamaya çalışanlara karşı hukûkî savaş açtı. Dâvâların hepsini kaybetti. Dünyadan elini eteğini çekti. Bütün gelirlerini, hatta âilesinden kalan evini bile kaybetti. Kalan hayatını adadığı, gözleri görmeyen kız kardeşi 1944’de ölünce sağlığı da tehlikeye girdi. Dostları ona destek vererek son yılını senatoryumda geçirmesini sağladılar.
Bütün dünya annelerinin en azından senede bir gün mutlu olmalarını sağlayan Anna Jarvin; mutsuz, yarı görmez ve yalnız bir şekilde 1948’de 84 yaşında öldü.
Ülkemizde de Türk Kadınlar Birliği’nin teşebbüsü ve teklifi üzerine 1955 yılından beri Mayıs ayının ikinci Pazar günü “Anneler Günü” olarak kutlanmaktadır.[1]
Annesi bir râhibe olup kilisede dînî dersler veren Anna Jarvis’in niyetini, gayretlerini ve acıklı hayatını değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum. Ancak tüketim medeniyetinin (!) bütün değer ve fazîletleri nasıl “tükettiğine” dikkatinizi çekmek isterim.
Şimdi annelerimizin kıymeti ve onların muhabbetle kucaklanması hakkında güzel dînimizin ne gibi prensipler ortaya koyduğuna bir göz atalım:
Her Gün Anneler Günü
İslâm Dîni, bütün insanların bedeninin ve gönlünün beslendiği ilk pınar olan anneyi, her şeyin üstünde tutmuş, ona hürmeti yüceltmiş; ona karşı her türlü hürmetsizlik, kötü davranış ve ihmali açıkça yasaklamıştır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «öf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle!.. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanatlarını ger ve: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!» diyerek duâ et.” (el-İsrâ, 23-24)
“Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır.” (Lokman, 14)
Âyet-i kerimelerde açıkça görüldüğü üzere, Allâh’a kulluk ve şükürden sonra anne ve babaya iyilik ve teşekkür etmek zikredilmiştir. Bu da onları mutlu etmenin, Allâh’ın râzı olacağı en büyük işlerden birisi olduğunu göstermektedir.
Çünkü anneler, toplumun en nâdide tohumuna hâmilik yapan, onun rûhunu nakış nakış işleyip dünya ve âhiret saâdetine ışık tutan en yüce varlıklardır. İnsanlar, onun vasıtasıyla dünyaya gelmişler, onunla doymuşlar, duygu ve düşüncelerini onunla zenginleştirmişler, onunla gülmeyi ve ağlamayı öğrenmişler, önce onunla konuşmuş, onun öğrettikleriyle düşünmüşlerdir. O, insanlığın ilk meskeni, ilk mektebi, ilk şefkat kucağı, ilk hayat dershanesidir.
Kur’ân-ı Kerîm, anne ve babaya itaati, Cenâb-ı Hakk’a isyan ile sınırlamıştır. Yani anne ve baba, kişiyi bilmeden Allâh’a isyana yönlendiriyorsa, o zaman itaat şart değildir. Ama bu hâlde bile onlara güzel sözle ve gönüllerini alarak hareket etmek lâzımdır. Bu husustaki âyet-i kerîme de şöyledir:
“Biz, insana, anne-babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan şeyi (körü körüne) Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” (el-Ankebût, 8; benzer bir âyet için bkz: Lokman, 15)
Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Allâh’a isyan mânâsına gelmedikçe anne ve babanın her türlü emrine büyük bir muhabbet ve teslimiyetle boyun eğmek, dediklerinin dışına çıkmamak, onları üzecek en küçük bir söz ve hareketten bile uzak durmak, bazı eksiklik ve yanlışlıklarına sabretmek, onların çocukluğumuzda yapmış olduğu iyilik ve fedâkârlıkları minnettarlıkla yâd etmek şarttır.
Peygamber Efendimiz de anne hakkına pek çok kereler dikkat çekmiştir. Bazı hadîs-i şerîflerinde, en mühim vazifelerden birisi olan “cihâd”a gitmeyi bile annesinin rızâ ve iznine bırakmıştır. Bu, belki ebeveynine bakacak kimsesi olmayan bir kısım ashâbı için sözkonusu olsa bile, işin önemini göstermesi bakımından çok ibretlidir. Yine başka bir hadîs-i şerîfinde cenneti, (sâliha) annelerin ayakları altına sermiştir. (Bkz: Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429; Süyûtî, I, 125)
Elbette dinimizin tavsiye ettiği böyle bir anne ve baba sevgisi, tek bir günde, ufacık bir hediyeyle geçiştirilen “anneler günü”nden daha kapsamlı, daha anlamlı ve daha insânîdir.
Ancak o bir günde dahî annesini aramak ihtiyacını hissetmeyen, seneler geçtiği hâlde hâlini hatırını sormayan, evinde barındıramadığı için sokağa terk eden, merhamet ve muhabbetin yok olup gittiği batı âleminde “vicdanlarını tatmin edecekleri” böyle bir güne elbette ihtiyaç vardır. Yoksa anneler, o bir günde dahî evlâtlarının yüzünü görmek ya da sesini duymaktan mahrum kalacaklardır. Hâlbuki elden, ayaktan düşmüş bir anne veya baba, kapısını çalacak bir ele, kendisine “merhaba” diyecek bir dile, dertleşip konuşabilecek şefkat dolu bir gönle o kadar muhtaçtır ki!.. Fakat o, küçüklüklerinde evlâtlarından esirgediği muhabbet ve şefkati, maalesef yaşlandığında kendisi de görememektedir.
Öyleyse bırakalım onlar, sene boyunca göstermedikleri ilgi ve sevgilerini bir güne sıkıştırarak göstermelik hediyelerle bu mühim vazifelerini geçiştirsinler. Fakat biz, anne ve babamızı her gün, ama her gün sevelim, hatırlayalım, duâ edelim, gönüllerini alalım, hayırla yâd edelim.
[1] (http://tr.wikipedia.org/wiki/Anna_Jarvis) ve Meydan Larousse, c: I, sh: 547-548, “Anne” maddesi, İstanbul, 1992.
YORUMLAR