Hâmilelikten önce 30-40 gram ağırlığında 7 cm uzunluğunda, 4 cm genişliğinde olan ve armuta benzeyen rahim, 40 haftanın sonunda 20 kat büyür. Ağırlığı 1.000 grama ulaşır. İçinde ortalama 3 kilogram bebeği (daha fazla da olabilir) 500 gram eşi ve 1 litre amniyon sıvısını taşımaktadır.
Doğuma ağrısız kasılmalarla hazırlanan rahim, şiddetli kasılmalar ile bebeği tahliye ettikten sonra, ânında göbek hizasına inecek kadar küçülür. Bu, onun yaklaşık 20. haftadaki boyutudur. Bebeğin emzirilmesi esnasında, anne vücudunda salgılanan kimyevî maddelerin tesiri ile küçülmeye devam eder. Ağırlığı azalarak ilk hafta sonunda 500 grama iner ve 6 haftanın (lohusalığın) sonunda 50-60 gr. ağırlığa ulaşır ve hiç doğum yapmamışlara göre, biraz daha büyük kalır.
İnsan vücudunda bu şekilde büyüyen ve tekrar eski boyuna dönebilen başka bir organ daha yoktur. Tümör hücrelerinde bile böyle bir büyümeyi göremeyiz. Anne rahmi, içine emanet edilecek olan varlığın kıymeti kendisine öğretilmiş gibi hareket etmekte ve onu rahat ettirmek için elinden geleni yapmaktadır. Hattâ önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi, kâinâtın gözbebeği olan misafiri buraya gelmeden hazırlanmakta, yumuşak yatakları sermekte ve bol miktarda gıdayı onun için tedarik etmektedir. Bütün vücut sistemi, gelen misafirden haberdar edilerek değişim sürecine girmekte; 40 hafta boyunca anne bedeni, içinde taşıdığı değerli varlığa adapte olmaktadır.
Rahim bu kadar büyümüş ve ağırlığını artırmış iken tekrar küçülmeseydi neler olurdu? Doğumla beraber hızla yarı-yarıya küçülmesinin önemi nedir?
Hâmilelikle beraber, rahme gelen kan akımı da artar. 40 haftalık sürecin sonuna doğru bu miktar dakikada 1.000 mililitreyi bulur. Bunun % 85’i bebeğin eşine (plasenta) akar. Hamilelik boyunca, anne rahmine sıkıca bağlanan ve annenin dolaşımından bebeğe oksijen, su ve diğer gıda maddelerini taşıyan, bebeğin vücudunda oluşan atık maddeleri annenin dolaşımına veren “eş” dediğimiz yapı, anne rahmindeki damarlarla sıkı bir irtibat hâlindedir. Dolayısıyla bunun rahimden ayrılması ile bağlantı kurduğu damarların ucunun açık kalacağı ve ciddî kan kaybına sebep olacağı âşikârdır. Lâkin bu durum çok nadir görülür.
Doğumda eş’in ayrılmasından hemen sonra, onun rahim duvarında yapıştığı alan yarı yarıya küçülür. Rahim kaslarının güçlü bir şekilde kasılarak küçülmesi, açık kalan kan damarlarının ucuna âdeta canlı düğümler atar. Bu, doğum sonrasında görülmesi muhtemel ciddî kan kayıplarının önüne geçer. Doğum sonrası, anne hayatını tehdit eden en mühim kan kayıplarının sebebi, rahim kaslarının kasılamaması neticesinde damarların ucunun açık kalması ile meydana gelen kanamalardır.
Anne rahminin akıllı bir insan gibi davranarak, muhtemel kan kayıplarının önüne geçecek şekilde açık kalan damarları bağlaması câlib-i dikkattir. Bebeğin emzirilmesi sırasında refleks bir uyarı, kana verilen özel bir salgı maddesi, rahim kaslarını uyararak kasılmalarını sağlar ve rahmin toparlanmasına yardım eder. Emzirme sırasında kasıklarda hissedilen bâriz ağrıların da sebebi budur. Rahim içinin iyileşmesi ve eski hâlini alması da 6 haftayı bulur.
Hamileliğin kararını anneler mi alır ya da bebeği, rahim içine yerleştirmek kimin fikridir? İçinde kıymetli bir emanet taşıyacaklarını ve bunun için de hem boylarını, hem ağırlıklarını artırmaları gerektiğini rahim hücrelerine kim, ne zaman öğretmiştir? Bu şekilde bir büyümeyi tolere edebilecek yerin tespitini nasıl yapmış ve oraya ne zaman yerleşmişlerdir?
Bebeğin cinsiyeti, kilosu, boyu, ayakkabı numarası, göz rengi, kalbinin büyüklüğü, zekâsının derecesi; hangi haftada baş aşağı döneceği, kanalda hangi manevralarla ilerleyeceği, bu sırada hasar alıp almayacağı neye göre belirlenir? Beynin kafatası gibi korumalı bir alana yerleştirilmesi, doğum sırasında muhtemel bir yaralanmaya karşı, kemiklerin birbiri üzerinden kayarak küçülmeyi temin edebilmesi için aralarında boşluk bırakılması, beyni yapan hücrelerin mi fikridir?
Rahmin, kasılma olmadan bebeği itmesinin mümkün olmayacağını, kendi başına bilebilmesi mümkün müdür? Hızla büyüyen rahim, gerek etraftaki organlarla, gerekse içinde taşıdığı bebekle (ki, o da bir yandan büyümeye devam etmektedir) sağlıklı temasını nasıl sağlamaktadır?
Doğum faaliyetini gerçekleştirebilecek hareketlerin tespitini nasıl yapmıştır? Bunlarla ilgili alıştırmalara başlaması gerektiğini nasıl hesap etmiştir? Bu alıştırmaların bebeğe ve anneye zarar vermemesi için hangi tedbirleri alır? Meselâ bir ön hazırlık esnasında doğumun gerçekleşmemesi nasıl sağlanır?
Aylardır, rahim ağzından içeriye mikrop girmesin, bebek de dışarıya bir yol bulmasın diye rahim ağzını sımsıkı kapatan tıkaç, niçin yerinden ayrılır? Bebeği sarmalayan 3 kat zara ne olur da bir yerinden açık verir ve amniyon sıvısı dışarıya akmaya başlar? Şimdiye kadar bir damlası dışa verilmezken ne olur da; o bile tahliye edilmeye başlanır? Buna karar veren mekanizma, bu sıvının aynı zamanda doğum kanalını yıkayarak bir nevî sterilizasyon yaptığını biliyor mudur? Bebek, içeride uzun süre bu sıvı olmadan sağlıklı bir şekilde duramayacağını nereden öğrenmiştir?
Anneler, doğum hâdisesinin neresinde yer alırlar? Âciz bir insanın; bu mükemmel süreci meydana getirip eksiksiz yönetebilecek gücü olabilir mi? Burada kabataslak özetlemeye çalıştığımızdan çok daha karmaşık fonksiyonları muhtevî doğum faaliyetini başlatıp bitirmeye beşer gücünün ve ilminin yetmeyeceği âşikâr iken, bebekler ağlayarak elimize doğduğunda hekimler olarak ne düşünürüz? Anneler onları kucaklarına alıp emzirmeye başladıklarında hem kendileri, hem bu manzarayı gören en yakınları acaba neler hisseder?
40 haftalık sıkıntılı bir sürecin bitmesiyle, annelerin epeyce rahatladıkları muhakkak... Zaten doğum esnasında ve sonrasında vücutta salgılanan hormonlar, annelerin ağrılarını azaltmıştır. Ayrıca huzurlu, sâkin ve mutlu hissetmesini de temin ederler. Hekimler de sıkıntısız sonlanan her bir doğumdan sonra rahat bir nefes alırlar. Eş-dost gelerek bu mutluluğu tebrik ederler.
Haftalardır gerçekleşen, karmaşık, bir o kadar da mükemmel gelişmelerin yaşandığı hâmilelik aylarında, hayret verici detayları olan doğum esnasında, pek çok aksaklık meydana gelebilecekken bunların, tereyağından kıl çeker gibi kolaylıkla gerçekleşmesi için bizler ne yaptığımızı düşündüğümüzde, birebir bu tafsîlatın hiçbir kısmında yer almadığımızı görmemiz zor olmayacaktır.
Velhâsıl burada saydığımız ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok şey, insanı var etmek üzere faaliyet gösteren her bir hücreye tek tek öğretilmiştir. Lâkin bizim bunları öğrenip anlayabilmemiz hiç de kolay görünmüyor. Şahit olduğumuz ve idrâk edebildiğimiz her bir hakikat; bize insanı var eden sonsuz bir kudret, azamet ve ilmin varlığını haykırıyor. İnsan, hakikaten ve başlı başına bir sanat harikası ve her hücresi de âdeta vahdet mührünü taşıyor.
O sınırsız kudretin; her bir hücreyi sonsuz bir şefkat ve merhametle sarmalayışına şahit oluyoruz; onları anne rahmine taşırken, “er-Rahîm” olana emanet edilmiş olmanın ferahlığını yaşıyoruz hakka’l-yakîn; her bir detayda… Yaratılışımızdaki sonsuz ilmi okuyoruz satır satır; anne rahminin gelecek kıymetli misafirinden haberdar ediliş ânından, onun için giriştiği hazırlıklara ve bütün vücut sisteminin bu misafire hazırlanışına kadar…
Rabbimiz’in; “Henüz adı bile anılmayan bir şey…”[1] iken “Kendime bir halife yaratacağım…”[2] buyurarak meleklerini haberdar ettiği, en kıymetli tecellîye mazhar kılarak “…Rûhumdan üfürdüm…”[3] buyurduğu, eşref-i mahlûkatın namzeti olacak hücre kümesinin, yuvarlanarak “en sağlam karargaha”[4] taşınışını; en emniyetli yollardan yürütülüp en bereketli zemine, bir bitkinin tohumu gibi yerleştirilip kök salışını, sonra bu şuursuz (!) atomlardan oluşmuş hücre topluluğunun “alaka’dan mudga’ya”[5] taşınışını seyrediyoruz anbean…
Hücrelerin “etten kemikten kıyafet giyişini, bambaşka bir yaratışla en mükemmel varlığa dönüşümüne”[6] şâhit oluyoruz, Allah -celle celâlühû-’nun “el-Bârî”, “el-Musavvir”, “el-Hâlık” ilh… isimlerini okuyoruz, en güzel isimlerin mâkesi olan “mükerrem varlık”ta[7]…
Ve “el-Vedûd” olan Rabbimiz’in, “Mârifetime muhabbet ettim de yarattım…” buyruğunun tecellîsi ile var edilen âlemler, “zübde-i âlem” olanın emrine âmâde edilir, Âdem ile âlemler müzeyyen kılınır. Dert de, devâ da kâinâtın özüne derc edilir de; sırlarla, hikmetlerle dolu imtihan dershanesine âciz bir bebecik olarak adım atar âdemoğlu ağlayarak…
İlk nefes alışının alâmetidir ağlamak, şükür tebessüm olur dudaklarda, ferahlık hissedilir yüreklerde... Çiğnemekten âciz bir ağız, her şeyi hazmedemeyecek bir mide, yürümekten, konuşmaktan, kendi başına bir iş yapmaktan, hattâ kendini korumaktan bile âciz olarak dünyaya gelen “sanat harikası insan” annelerin yüreğine teslim edilir. “el-Vedûd” olan Allah Teâlâ, nice sıkıntılara katlanıp onu karnında taşıyan ve nice zorluklar ile dünyaya getiren annenin kalbine ilâhî muhabbetinden damlatır da tarifsiz bir “aşk” ile bağrına basar yavrusunu anneler, yaşamamış hisseder o zorlukları...
“…Her bir canlıyı perçeminden tutan…”[8], onların her işini çekip çeviren, terbiye edip koruyan “Rabbimiz” bir an bile başıboş bırakmaz bizi bu âlemde, tıpkı anne rahminde koruyup kolladığı gibi…
“Ol!” deyince olduran, “En Sevgili”nin hürmetine âlemleri var eden, gönülleri hidayet nûruyla dolduran yüce Rabbimiz!.. Bizlere mârifetullah ilminden hisseler ihsân eyle.
İmtihan olunmak üzere gönderildiğimiz şu âlemde, üzerimizdeki nîmet ve lütuflarına karşı kör ve sağır davranan gâfiller zümresinden eyleme bizleri! Fânî ömrümüzü bâkî muhabbetinle tezyin eyleyip, hayatımızı âhiret penceresinden seyredebilmeyi nasip eyle! Sen bizi bunca severek yaratmışken, bizi “aşk”sız bırakma. Muhabbetullâh ve muhabbet-i Rasûlullâh ile bizi rızıklandır, yâ Vedûd!.. Âmîn.
[1] el-İnsan, 1.
[2] el-Bakara, 30.
[3] el-Hicr, 29.
[4] el-Mü’minûn, 13.
[5] el- Mü’minûn, 14.
[6] el- Mü’minûn, 14.
[7] el-İsrâ, 70.
[8] Hûd, 56.
YORUMLAR