Kurban bayramı yaklaştığında âilece düşünmeye başlamıştık, bayramı evde mi geçirsek, köyümüze mi gitsek? Buralarda bayramların tadı-tuzu olmuyordu. Yıllardır kurbanımızı köyde büyüklerimizle ve akrabalarımızla kesmiş, bu güne has heyecan ve telâşı, hep beraber yaşamıştık.
Çocuklarımız kurbanı, babaanneleriyle bir gün önceden tekbirle kınalamaya, kesim çukurunun kazılmasına, satır ve bıçakların bilenip hazırlanmasına, kurban kesimine köyümüzde âşinâ olmuşlardı. Arefe günü ikindi namazı sonrasında, kalabalık bir cemaatle birlikte kabristan ziyaretine onlar da iştirak eder ve bu güzel geleneğin içinde yer almaktan mutluluk duyarlardı.
Köyümüzün büyük bir kısmı gurbette olduğu için bayram münasebetiyle herkes köyüne, anne-babasının yanına gelir ve köyün nüfusu bir anda artardı. Evler, bahçe ve yollar ıssız, sessiz ve kimsesizken bayram günleri her tarafta bir hareket ve canlılık olurdu. Köy, yeniden eski günlerine döner; yaşlılar, evlat ve torunlarına kavuşmanın hazzını yaşardı.
Bayramın ilk günü sabah ezanıyla uyanılır, erkekler câmiye koşar, kadınlar ise hazırlıklarla meşgul olurdu. Bayram günü ise, kurban eti pişene dek bir şey yemezlerdi. Büyüklerimizin her hâlleri edep ve âdâba uygundu. Onların “hâl ehli” oluşunun bize ne denli tesir ettiğini, onları ebediyete uğurladıktan sonra anladık.
Bayram namazından gelindiğinde, üst-baş değiştirilerek büyük bir telaş başlardı.
“-İp nerede!.. İp hazır mı?”
“-Kurbanın gözünü örtmeye bez verin!”
“-Ocağı yakıp hazır edin!”
“-Bıçakları getirin, konaları (sinileri) hazır edin!”
Bu telâştan en çok keyif alanlar, şüphesiz ki çocuklarımızdı. Tekbirlerle kurbanlık ahırdan çıkarılır, onu ürkütüp korkutmamak için îtinâ gösterilirdi. Genellikle büyükbaş hayvan tercih edildiği için onun ayaklarını bağlayıp kurban kuyusu hizasına yatırmak güç olurdu. Burada ufak tefek yaralanmalar da işin tuzu-biberiydi. Yatırılan hayvanın gözlerine bez bağlanırken sesli olarak tekbir getirirdik hepimiz… Kayınpederim, kurban âyetini okur, sonra da:
“-Bismillâhi Allâhüekber!” denilerek kurban kesilirdi.
Kurban kesenler, hemen iki rekât namaz kılar ve hayvanı yüzme işine başlarlardı. Kayınpederim, bir parça et keser ve onu ocakta pişirip getirmemizi isterdi.
Bütün bu işler çocuklarımızın gözü önünde olurdu. Biz böyle davranmakla onların küçük dünyalarında “Kurban nedir? Niçin ve nasıl kesilir?” sorularının oluşmasına zemin hazırlamış olur; yaşayarak aldığı cevaplarla bunun “Allâh’ın bir emri” olduğu inancını aşılamış olurduk.
Kurban etinden hemen bir çoyun (altı yuvarlak döküm tencere) kavurma pişirilir, burada kurban mesaisi biterdi. Delinmemesine dikkat edilerek yüzülen deri, îtinayla tuzlanıp sarılır, bir hayır kurumuna verilmek üzere ambara kaldırılırdı.
Henüz kahvaltı yapamadan, ellerinde çanta ve poşetlerle çocuklar sökün eder, biz de onların gelip gidişinden bir türlü kahvaltımızı yapamazdık. Gelen çocuklara bir avuç fıstık, şeker, bazen de para verilirdi. Fark gözetmeden her eve giderdi çocuklar... Bayramlar, onlar için çok özel ve güzel zaman dilimlerindendi. Çocukların en sevdiği şey, arkadaşlarıyla bayram fıstığı toplamaktı. Bunu yaparken köyü ve akrabalarımızı daha iyi tanıyorlardı. En güzeli ise, yıllar sonra hatırlayacak bir sürü bayram hâtırası bulunmasıydı.
Yazımın bu noktasına dek “geçmiş zaman cümleleri” kullandım. Bu geçmiş zaman, sadece iki yıl öncesine kadar böyleydi, benim için...
“-Peki, ya şimdi?”
Bayramın ilk günü kurbanımız erken saatte kesilmişti. Karar vermiştik, etleri gereken yerlere dağıtıp hemen o gün köye gidecektik. Çünkü oğullarım:
“-Burada ne yapacağız? Köye gidelim!” diye haklı olarak ısrar ediyordu.
Öğleden sonra yola çıkmıştık bile… İki oğlum önde, eşim ve ben arka koltukta, yirmi beş yıl aralıksız gidip geldiğimiz Anadolu’nun o sâkin, huzur bahşeden bağrına doğru yola koyulduk. Yollar, bayram sebebiyle boştu. Eylül ayının güzel bir gününde, sağ ve solumuzda uzanan boş tarlalar, ekim ayının habercisi gibiydi. Bu uçsuz bucaksız tahıl tarlaları, dağlar, taşlar insanı tefekküre dâvet ediyordu. Tefekkür ise, teşekkürü gerektiriyordu. Bütün bu güzellikleri Yaratan’a hamd ve şükür duygularıyla cûşa gelen gönlümüze diğer duygularımız da katılıyor ve:
“-Ne iyi yaptık, buna hepimizin ihtiyacı varmış!” diyorduk.
İşte “tebdil-i mekânda ferahlık bulunduğu”nun bir tecellisi de bu olmalıydı.
Kayınpederim ve kayınvâlidemin vefatından iki yıl geçmiş, bu süre zarfında bir daha köye gelmemiştik. Azbar (avlu) kapısını açıp girdiğimizde hava kararmıştı. Avlu ıssız, ev ışıksızdı. Hazan mevsiminde hüznü kuşanmış, sahipleri bir bir bırakıp gitmişti burayı…
O anki duygu yoğunluğumu şimdi, şu anda da yaşıyorum. Dünyanın fânîliği bir tokat gibi tekrar çarptı yüzüme, yüreğime!.. Gözümde yaşlar, titreyen yüreğimle öylece kalakaldım avluda... Kendime geldiğimde evin kapısı açılmış, etraf ışımıştı.
Her gelişimizde bizi bekleyen, karşılayan o iki güzel insan yoktu artık… Sadece onlar yoktu, geri kalan her şey, öylece duruyordu. Geceleri yatak, gündüzleri minder olarak kullanılan sekiz-on kadar minder, yastık ve battaniyenin dışında, “eşya” diyebileceğim bir buzdolabı, çamaşır makinesi ve soba, hep aynı düzen duruyordu. Bu kadar az eşya ile yaşamış olmaları, bu zamana dek hiç dikkatimi çekmemişti. Ölümleri ve geride bıraktıklarıyla, düşünen ve ibret alabilenlere sessiz nasihatlerini sürdürüyor gibiydiler.
İşte bakın, ibret alın! Dünyanın aldatıcı, sonu hüsran olan mal-mülküne esir olmayın! Biz seksen beş sene, müstağni (gözü tok) yaşadık, aza kanaat ettik, israftan sakındık. Sabır ve şükürle Rabbimize kul, Rasûlüne ümmet olma sevdasıyla yaşadık. Belki fakirdik, yoksulduk, ama bunu mihnet değil, nîmet olarak gördük ve hiç şikâyet etmedik. Biz dünyaya değil, asıl yurdumuz olan ukbâdaki nîmetlere ve Cennete tâlibiz diye, ashâb-ı kirâm tavrını sergiliyorlardı âdeta…
Bugün geriye dönüp baktığımda, bana ve çocuklarıma tasavvufu yaşayarak öğreten, tevekkül ve teslîmiyet sahibi bu iki güzel insanı, hayır duâ ile yâd ediyor ve mekânlarının Cennet olmasını temennî ediyorum.
Bizim orada oluşumuz; yakınlarımızla yine eskiden olduğu gibi toplanıp muhabbet ve vefa dolu bir bayram geçirmemize vesile oldu. Elbirliğiyle hazırladığımız çiğ börekleri, yine fırın önündeki ocakta pişirdik. Havanın güzel olması işimize yaramış, sofraları azbara (avluya) kurmuştuk.
Bir sofra erkeklere, bir sofra kadınlara, bir sofra ise gençlere kuruldu. Mevcudumuz otuz kişiydi; bu birlik ve beraberlikten dolayı herkes mutlu olmuştu. Bilhassa gençler, yeğenlerimiz, seneye yine böylece buluşmayı çok istediklerini, hattâ kurbanı da burada kesmeyi düşündüklerini söylediler.
“-İnşâallâh!” dedik, “Seneye kim öle, kim kala… Rabbim nasip ederse uzaklar yakın olur, bayramlar ise vatanımda birlik, dirlik var ise, işte o zaman bayram olur!..”
Şunu belirtmek isterim ki; Anadolu’da bayramlar hâlâ bayram tadında, elhamdülillâh...
YORUMLAR