ANADOLU PEDAGOJİSİ (ve bir zorunlu açıklama)

Çocuk terbiyesi ve eğitimi, her anne-babanın en büyük derdi. Hiçbir samimi anne-baba gösterilemez ki, bu dert ile dertlenmiyor olsun. Hâl böyle olunca, pek çok anne-baba, tabiî olarak çocuk eğitimi konusunda bilgi içeren kaynaklara ihtiyaç duyuyor, karşılaştığı meseleleri, uzman yardımı ile aşmak için danışmanlık hizmetleri alıyor.

Ancak, her şey kitaplarda yazdığı gibi olmuyor çocuk eğitiminde… Çünkü dünyadaki çocuk sayısınca, farklı çocuk vardır. Her çocuk için çözüm yolu, birbirinden çok farklı olduğu gibi, dünyadaki problem adedince de çözüm tavsiyesi olabilir. Bir âile için doğru olan usûl, bir başka âile için oldukça yanlış olabilir. Böyle olunca da çocuk terbiyesinde hangi yol ve metodun izleneceği konusunda anne-babalar, en az bir baykuş ciddiyetiyle dikkatli olmalılar, çocuklarına uyguladıkları usûl ve metotların fikrî kaynaklarının ne olduğunu mutlaka bilmeliler.

 

Çocuk eğitimi ve terbiyesi, kültürden bağımsız olamaz!

Çocuk eğitiminde birçok ekol bulunmaktadır. Bunların çoğu da Batı kaynaklıdır. Zira Batı dünyası, bizim çocuklarla ilgilenmeyi unuttuğumuz ve hattâ çocuk dünyasını terk ettiğimiz zamanlarda, çocuk ile ilgilenmeyi bir bilim dalı hâline getirmeyi başarmıştır. Ve bu bilim dalına “pedagoji” ismini vermiştir. Bu açıdan bakıldığında, Batı dünyasının, yirminci yüzyılın başlarından itibaren artık “çocuk merkezci bir kültür” yapılanmasının içine girdiğini söylemek bir abartı sayılmaz.

Her ne kadar Batı dünyası, çocuk rûhu ile yirminci yüzyıldan sonra ciddî olarak ilgilense de, Anadolu topraklarında çocuk eğitimi ve terbiyesinin çok daha köklü bir geçmişe sahip olduğunu görmekteyiz. Nasıl ki, bugün çocuk eğitimi konusunda uzmanlaşmış kişiye “pedagog” deniliyorsa, Osmanlı döneminde bu işi profesyonel olarak yapan kişilere “mürebbî” (bayanlarda “mürebbiye”) denilmekteydi. Mürebbî veya mürebbiyeler, çocuk terbiyesinde anne-babalara büyük destek oluyor, onların yanılıp yanlışa düştükleri her hususta hemen yakınlarında bulunuyorlardı. Bu sebepledir ki, milletimiz, tarihin şanlı sayfalarına Alparslanlar, Ertuğrullar, Osmanlar, Fâtihler, Yavuzlar hediye etmiştir. Sadece yöneticiler seviyesinde değil, o dönemde milyonlarca kilometrekare büyüklüğündeki bu dev coğrafyada sıradan âilelerin hayatında da bugünkü gibi çocuk problemlerine rastlanmıyordu. Meselâ hiçbir çocuk annesini dövmüyor; hiçbir çocuk, kardeşini kesip sandığın içine saklamaya çalışmıyor ve yine hiçbir çocuk, daha çocukluk yıllarında depresyon geçirmiyordu.

Ortaçağ Avrupa’sında çocuklar, günahkâr ve şeytanımsı insan olarak görüldüğü hâlde, Anadolu’da çocuklar, şerefli insanlar olarak yaşıyorlardı. Hattâ öyle ki, o dönemin Anadolu toprakları, büyük bir sükûnet ve hayranlık merkezi olduğu için Batılı bir gözlemci olan A. Ubicini, kendi hatıra defterine şu satırları kaydetmiştir:

“…Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, îtina ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri (Cuma, Osmanlı’da tatil günüdür) veya bir bayram günü, Osmanlı Türkü’nün, çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğunun adımlarına göre ayarlaması, çocuğunun yorulduğunu görünce onu omzuna alması veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi görülecek şeydir.”

Evet, adımlarını çocuğun adımlarına uyduracak derecede çocukla hem dem olmuş bir Anadolu insanının tarifini, bir Batılı gözlemci aktarıyor. Bugünkü pedagojinin aradığı baba modelinin fotoğrafıdır bu fotoğraf…

Bu örneği, bir yabancının gözleminin kendi gözlemlerimizden daha önemli olduğu kompleksi ile de sunmadım, maksadım şu: Maalesef günümüzde, bazı çevrelerce hayranlık duyulan Batı biliminin, psikoloji ve pedagoji sahalarındaki bilgiler, hiçbir ayıklama zahmetine girişmeksizin, çocuklarını yetiştirme konusunda çaresizce yardım bekleyen anne-babaların savunmasız bünyelerine aktarılıyor.

Anne-babalar, Anadolu topraklarında, kendi örf, âdet ve kaideleri içinde çocuk yetiştirmek isterken, Batı ölçüleri ve hayranlığı ile yazılmış kitaplar ve uzman tavsiyeleri onları şaşkına çevirmektedir.

 

Uzmanlara büyük sorumluluk düşüyor

Hâlbuki pedagoji biliminde, kültür farklılıkları hesaba katılmaz ise, çocuk terbiyesi için verilecek tavsiyeler, yeni problemlerin kaynağı olacaktır. Zira pedagojik tavsiyeler, o toplumun temelini oluşturan örf-âdet ve hattâ yerel kültürden bağımsız olamaz. Meselâ, İzmirli bir âilenin normal kabul ettiği şey, Kayserili bir âile için anormal görülebilir. Hatta aynı şehirde ve aynı mahallede bulunan farklı etnik kökene mensup âilelerin çocuklarının eğitiminde karşılaştıkları benzer problemler için ürettikleri çözüm yolları bile birbirinden farklı olacaktır.

Aynı ülke içinde dahî böylesi farklılık gösteren pedagojik tavsiyeler, bir de ayrı ülkelerle kıyas edilecek olursa, takip edilecek usûller ve verilen tavsiyelerin nasıl da farklılıklar göstereceğini tahmin etmek güç değildir. Alman bir âilenin pedagoji anlayışı ile İngiliz bir âilenin pedagoji anlayışı, hiç aynı olabilir mi? Ya da Fransız bir âilenin âile yapısı ve hâdiselere bakışı ile Türkiyeli bir âilenin olaylara bakışı ve çocuk terbiyesi hiç kıyas edilebilir mi?

Mesela, Batı kültüründe çocuk terbiyesinde esas olan şey, çocuğun 18 yaşına geldiği andan itibaren anne-babasından ayrılması, kendi ayakları üzerinde durabilmesidir. Yani çocuk eğitiminde hedef, çocuğun belli bir yaştan sonra anne-babadan bağımsız olarak hareket edebilecek derecede duygusal ve zihnî olarak gelişip vakti gelince de onlardan kopmasıdır. Bir çocuğun anne-babasından duygusal olarak kopabilmesi için ise, çocuğun tâ çocukluktan itibaren “ferdî” düşünmesinin zemini hazırlanmaktadır.

Çocuk 18 yaşına geldiğinde hâlâ “Anne, sensiz yapamıyorum!” diyorsa, böylesi bir çocuk Batı kültüründe rûhen sağlıksız yetişmiş bir çocuktur. Hattâ 18 yaşına gelen bir çocuk, anne-babasından ayrı bir evde yaşamıyor, kendine kız veya erkek arkadaşı edinmiyor ise, çocuğa “Bu işte bir gariplik var!” diye bakılır.

Batı pedagojisinde hedef, “bağımsız” çocuk yetiştirmek olunca, çocuğun 18 yaşına geldiğinde duygusal bir zaaflık göstermemesi gerekir. Bunun için daha çocukluk yıllarında çocuğun duygu kullanımının önüne geçmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, Batı’nın çocuk terbiyesinde ikinci hedefi, “çocuğun duygusallığının önüne geçmektir” diyebiliriz ki, bu düşünce, Calvanist felsefenin de bir neticesidir.

Hâlbuki bütün bu gerçekler, Anadolu pedagojisinde “hastalıklı bir ruh hâli”nin tezahürüdür. Anadolu insanı, “kollektif şuur” ile hareket eder, “ben” diyen kişiye kaş altından bakar, “hayırdır inşâallah” diye tereddütlü yaklaşılır. Anadolu Pedagojisi, ferdî düşünceyi reddeder. Bir kişi, “hep bana, hep bana” diyorsa, o kişi ile çok oturulup kalkılmaz, hareket ve düşünceleri biraz mahzurlu görülür.

Ya da bir başka misal vermek gerekirse; Batı kültüründe çocuk “ceza ve mükâfat” kıskacında “adam edilmeye” çalışılırken Anadolu pedagojisinde çocuğa ceza verilmez!.. Bırakın çocuğu ceza ile terbiye etmeyi, Anadolu pedagojisinde hayvan terbiyesinde bile ceza kullanılmaz!.. Batı, kasapların et ihtiyacını karşılamak üzere mezbahânelerde kesilecek hayvanları sıraya dizip, serî kesim yapmak için bir hızar makinesi ile hayvanların boyunlarını sıra ile koparırken, Anadolu pedagojisinde kesilecek olan hayvanın bir önceki kesileni görmemesi için gözlerinin bağlanması, hatta müşfik davranılıp sevilip okşanması tavsiye edilir. Hayvana bile ihtimam gösteren Anadolu pedagojisi ile duyguyu reddeden Batı pedagojisi arasında birtakım farklılıklar yaşanması oldukça tabiîdir. (Bu açıdan bakıldığında inanıyorum ki, bir gün, Anadolu insanının bu bakış açısının verdiği ilham ile üniversitelerde “Hayvan Psikolojisi” bilim dalı hâline getirilecektir.)

Evet, bendeniz ki, yirmi yıla yakın zamandır Avrupa’da yaşadım. Avrupa’yı dokunarak, hissederek gördüm. Üniversite eğitimimi, Hollanda’da tamamladım. İzah etmeye çalıştığım bu farklılık, “Avrupa pedagojisi kötü”, “Anadolu pedagojisi en iyi” mânâsına gelmez. Aksine, Avrupa kendi kültür değerleri ile yoğrulmuş bir pedagojik standart belirlemiş ve kendi kültüründeki anne-babalara bu konuda yol göstericilik yapmaktadır. Bu yol ve usûl, Avrupa için doğru olabilir, ancak aynı metotları, olduğu gibi Anadolu insanı için uygulamaya çalıştığınızda doku uyuşmazlığı olur. Anadolu’da, bırakın çocuğun 18 yaşında anne-babadan kopması, 78 yaşındaki dedenin 58 yaşındaki oğlunu düşünerek, dertlenmesi, 58 yaşındaki çocuğun da babasına saygı göstermesi normaldir ve insânî kabul edilir. Ancak bu durum, Batı açısından bakıldığında komik bir “youtube” şakası gibi bir şeydir.

Her toplum, kendi pedagojik bilgilerini, kendi değerleri ile oluşturmalıdır. Bunun için de kendi değerleri ile barışık uzman pedagogların, yaşadıkları kültür üzerinden ilmî teoriler üretmesi gerekir.

 

Pedagojide bir “Anadolu Ekolü” neden olmasın?

Batıda pedagoji sahasında bir Piaget, Van der Horst, John Bowby, Alice Miller, Maria Montessori gibi isimler çıktığı hâlde, neden Anadolu’da pedagojiye yön verecek dev isimler ve ekoller çıkmasın? Neden bu topraklar, kendi değerlerini hesaba katarak pedagojik analizler yapan uzmanlar yetiştirmesin? Bizim “Anadolu Pedagojisi” diye ısrarla altını çizdiğiniz şey, işte budur.

Uzunca bir süredir, siz değerli Şebnem okuyucuları ile Anadolu Pedagojisi ekseninde yazılar yazmaya, kendi bünyemizle, dînimiz, kültürümüz, örf ve âdetimiz ile ters düşmeyen analizler yapmaya çalışıyorum.

Ancak görüyorum ki, “bütün yolların Roma’ya çıktığı” zannına inanmış olanların ezberleri bozuluyor, Batı merkezli olmayan teori ve pratik uygulama örnekleri, şartlanmış zihinlerde şaşırtıcı bir tesir meydana getiriyor.

Çocukların Batı pedagojisine göre ceza ile nasıl terbiye edileceği konusunu örneklerle anne-babalara anlatan bir uzman, Anadolu Pedagojisi’nde, çocukların hiç ceza ile terbiye edilmediğini; bırakın insana ceza vermeyi, hayvanların dahî ceza ile terbiye olunmayacağını örneklerle izah edince şaşırıyor. Ya da çocuğun kişilik gelişiminde sürekli kendine güvenmesi gerektiği konusunda anne-babalara tavsiyeler sunan kitaplar, sürekli kendine güvenmenin Anadolu pedagojisinde hastalıklı bir ruh hâli olduğunu öğrenince, ezberler bozuluyor.

Bütün bunlara rağmen, anne-babaların, kendi vicdanlarına uygun, kendi değer yargıları ile bütünleşen Anadolu Pedagojisi’ni cân u gönülden kabul ettiğini görüyorum. Şebnem Dergisi vasıtası ile şahsıma ulaşan, onlarca teşekkür mesajı; tavsiye edilen usulleri çocuğuna uygulayıp evlerindeki atmosferin değiştiğini bildiren çok sayıda anne-baba, Anadolu Pedagojisi’nin yayılmasında kendilerini sorumlu hissettiklerini belirtiyorlar. Ancak, böylesi teşekkürlerin asıl muhatabı şahsım değildir. Zira Anadolu’da hasbî, samimi, diğergâm ve mütevazî insan yetiştirme usulleri, yüzlerce yıldır zaten vardı. Bizim yaptığımız şey, sadece günümüz bilimsel gelişmeleri ile bu usûlleri yeniden ele alıp bugünün insanına uyarlamaktan ibarettir. Bu hususta asıl teşekkür edilecek kişiler, sessiz tarihimizin derinlerinde yatan, adı mürebbî veya mürebbiye olmuş, gerçek pedagog, psikolog ve tasavvuf ehli kişilerdir. Ve inanıyorum ki, Anadolu Pedagojisi, bir gün üniversitelerde araştırma konusu olacak, bu konuda makaleler yazılıp tarihin unutulmuş sayfaları, çok değerli uzmanlar eliyle yeniden gündeme getirilecektir.

İlk satırlarda belirttiğim gibi; dünyadaki insan sayısınca farklı tip insan ve farklı her tip için ayrı bir problem ve problem sayısınca da değişik çözüm yolları vardır. Bizim, çocuk eğitiminde benimsediğimiz ve uyguladığımız usul, Anadolu Ekolü’dür. Farklı usûl izleyen değerli araştırmacı, uzman ve yazar arkadaşlarımızla aramızda usul ve metod farklılıkları yaşanıyor olması gayet normaldir. Önemli olan, anne-babaların kendi vicdânî kanaatlerine göre, onlarca doğrunun arasında kendi doğrularını bulabilmesidir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle