Amellerimiz, Sâlih Olsun

Hak dostlarından Şeyh Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri, Bostan adlı eserinde başından geçen ibretli bir vâkıayı şöyle nakleder:

“Vaktiyle çok sevdiğim, göz nûrum olan bir yavrucağım öldü. Öyle üzüldüm ki, bana vermiş olduğu ıztırâbı anlatamam. Bir müddet sonra, evlâdımın acısına ve ayrılığına dayanamayarak kabrine gittim ve taşın birini kaldırdım. O kabrin dar ve karanlık iç mekânını görünce elimde olmayarak çok ürktüm. Rengim atmış, iç dünyam altüst olmuştu. Kendime gelir gibi olduğumda, kulağıma sanki yavrumun sesi geldi. O, hâl lisânı ile bana şöyle diyordu:

«–Sevgili babacığım! Bu karanlık yerden korkuyorsan, aman şu hayat sermâyeni çok iyi değerlendir. Buraya ışık ile, (yani kabrinde seni karanlıklardan kurtaracak amel-i sâlihlerle) gel.»

Bu sözler üzerine, kendi kendime dedim ki:

(Ey Sâdî! Sen de) mezarda gecelerinin gündüz olmasını istiyorsan, sana kabrinde aydınlık verecek amel çırasını, dünyada iken tutuşturmaya bak!

Hurma yetiştirenlerin, «Acaba mahsul alabilecek miyiz?» diye endişe içinde titremeleri ne güzel bir duygudur.

(Yani onlar, üzerlerine düşen vazifeleri îfâ ettikleri hâlde, ektiği tohumlara güvenmeyip, dâimâ Cenâb-ı Hak’tan rahmetini dilenirler. Âyet-i kerîmede de bir kimsenin “bilenler”den olması için üç vasfının bulunması gerektiği ve onlardan birinin de; “Rabbinin rahmetini dileyen kimse”ler olduğu zikredilmektedir.[1] Öyleyse bizlere düşen, amellerimize aslâ güvenmeyip dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmektir. Zira amellerimiz de duâlarımız gibi kabûle muhtaçtır.)

Buna mukābil nefsânî arzularının zebûnu olmuş birtakım kimseler de buğday ekmeden harman yapmak sevdâsına düşerler. Bu ise mânâsız bir kuruntu ve boş bir hayâldir!

(Unutmamalıdır ki Cenâb-ı Hak, kullarına kendisini tanıtırken, engin bir merhamet sahibi olduğunu bildirmenin yanında, çok şiddetli gazabının bulunduğunu da haber vermiştir. Nitekim Cennet ve Cehennem’in, ekseriyetle peşpeşe gelen âyet-i kerîmelerde zikredilmesi de bu hakîkatin idrâk edilmesi içindir.)

Ey Sâdî! (Unutma ki) ağaç diken, onun meyvesini yer. Tohum eken, harmanını kaldırır.”

Hazret-i Ali t’ın şu ifâdeleri, ne kadar mânidardır:

“Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Âhiret yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlâtları (tâlipleri) vardır. Siz âhiretin evlâtları olun, dünyanın evlâtlarından olmayın! Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, lâkin amel imkânı yoktur.” (Buhârî, Rikâk, 4)

Bu hikmete binâen Mevlânâ Hazretleri de insana şöyle seslenir:

“(Ey insan!) Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da, fitilini düzelt, çabucak yağını koy, yani her gününü sâlih amel ve ibadetle geçir, gönül kandilini uyandır.

Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tevbe ve istiğfâr ile işe başla ki, ekin mevsimi, hayır-hasenat günleri büsbütün geçmesin.”

Kur’ân-ı Kerîm’de îmandan sonra emredilen en mühim husus, amel-i sâlihtir. Zira Cenâb-ı Hak yüze yakın âyette, “îman eden ve sâlih amel işleyenler” buyurarak îman ve sâlih amelin birbirinden ayrı düşünülemeyecek derecedeki yakın irtibatına işâret buyurmuştur.[2]

Bir mü’minin, mânen seviye kazanması; amel-i sâlihlerle gerçekleşir. Amel-i sâlih ise; Allah Teâlâ’nın râzı, Hazret-i Peygamber r’in hoşnûd olacağı bir îman, ibadet ve ahlâkı, -her ne pahasına olursa olsun- hayat düstûru eylemektir.

Mü’min, zâhirî farzların yanında bâtınî farzların da îfâsına ehemmiyet göstermeli, zâhirî haramlardan uzak durduğu gibi bâtınî haramlardan da şiddetle kaçınmalıdır. Zira amel-i sâlihlerle tezyîn ve te’yid edilmemiş bir îman, ispata muhtaç bir dâvâdan ibâret kalır. Bu sebeple de insanoğlunun, her nefesinden mes’ûl olduğunun idrâki içinde yaşaması ve günâhın büyüğünden uzak durduğu gibi küçüğünden de uzak durması zarûrîdir. Nitekim Bilal bin Sa’d Hazretleri ne güzel buyurmuştur:

“Günâhın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak.”

Gâzâlî Hazretleri de insanın nef­si­ne nasıl îkaz ve tel­kin­ler­de bu­lun­ma­sı gerektiğini şöyle bildirmiştir:

“Be­nim ser­mâ­yem ömrüm­dür. Öm­rüm gi­din­ce ana­pa­ram da gi­der ve ar­tık kâr ve ka­zanç so­na erer. Fa­kat bu baş­la­yan gün, ye­ni bir gün­dür. Allah Te­âlâ bu gün de ba­na mü­sâ­ade ede­rek ik­ram­da bu­lun­du. Eğer be­ni öl­dür­sey­di, (toprak altında ne kadar ah, vah ve keşke diyecek) el­bet­te bir gün­lü­ğü­ne de ol­sa ge­ri gön­de­ri­lip bu­ra­da de­vam­lı sâ­lih amel­ler ve çe­şit­li ha­yır­lar­da bu­lun­ma­yı te­men­nî ede­cek­tim.

Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyaya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme! Zira her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”

Peygamber r Efendimiz’in fem-i muhsinlerinden sâdır olan şu ifâdeler, âhiret yolunun saâdet ve selâmet içinde geçilebilmesi için, amel-i sâlihlerden daha vefâlı bir yol arkadaşı bulunmadığının, müşahhas bir delilidir:

“Üç şey öleni (mezara kadar) takip eder; ikisi geri döner, biri kalır. Âilesi, malı ve ameli onu takip eder. Âilesi ve malı geri döner, ameli (ile başbaşa) kalır.” (Müslim, Zühd, 5)

Îman ve sâlih amel, Allah nezdinde insanların kıymet ve değerini gösteren iki büyük ölçüdür. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“Sizi huzûrumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız. Îman edip sâlih amelde bulunanlar müstesnâ; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır…” (Sebe, 37)

Yani mü’min bir kulun, Hak Teâlâ’nın katında seviyesinin yükselmesi, amel-i sâlih işlemesine bağlıdır.

Yine sâlih amel, kişinin sadece âhiretini güzelleştirmekle kalmaz, dünyasını da güzelleştirir. Bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Erkek veya kadın, mü’min olarak kim sâlih amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (en-Nahl, 97)

Hazret-i Ömer t bir gün Medîne-i Münevvere’deki Bakî Kabristanı’na uğramıştı:

“–es-Selâmu aleyküm ey kabir ehli! Bizi merak ediyorsanız bu taraftan haberler şöyle diyerek (şunları söyledi):

Hanımlarınız başkalarıyla evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız da insanlar tarafından paylaşıldı.”

Hâtiften bir ses kendisine şöyle cevap verdi:

“–Bizim taraftan da haberler şöyle:

Önceden gönderdiğimiz her türlü iyilik ve sâlih ameli burada eksiksiz hazır bulduk, dünyadayken infak ettiğimiz mallarımızdan büyük kârlar elde ettik, cimrilik edip infak etmediğimiz mallarımızın da hasretiyle yanıyor, pişmanlık duyuyoruz.” (Ali el-Müttakî, XV, 751/42977)

Yine Şeyh Sâdî, insan idrâkini şu sözlerle amel-i sâlih işlemeye yönlendirir:

“Ey kemikten kafes! Bilir misin? Can, senin içinde bir kuştur. Adı da nefestir. Kuş bir kere kafesten uçup gitti mi bir daha onu ele geçiremezsin. Fırsatı elden kaçırma. Âlem, bir demden ibârettir. Âlimlerin yanında ise bir dem, bir âlemden daha kıymetlidir.

Mezar toprağında uyuyan insan, yüzünün tozunu ancak mahşer günü silebilecektir. Bu bakımdan başını şimdi gaflet yakasından çıkar ki, yarın mahcûbiyetinden başını eğmeyesin.”

Bu sebeple bir kul, Rasûlullah r Efendimiz’in buyurduğu gibi:

“Yedi şey gelmeden önce güzel ve (sâlih) ameller işlemekte acele etmelidir. Bunlar:

Unutturucu fakirlik, azdırıcı zenginlik, ifsâd edici hastalık, akılları götürecek ihtiyarlık, ânî ölüm, Deccal’in ortaya çıkışı ki -bu beklenen hâdiselerin en şerlisidir- ve kıyâmetin kopmasıdır. Kıyâmet ise hepsinden fecî, hepsinden daha acıdır.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 3/2306; Nesâî, Cenâiz, 123)

Velhâsıl kulun ebediyet yolculuğunda kendisiyle birlikte gelecek ve mîzânın sevap kefesini kendi lehine ağırlaştıracak olan, hiç şüphesiz ki sâlih amellerdir. “…Her nefis yarın için ne hazırladığına bir baksın!..” (el-Haşr, 18) ilâhî emrinde kastedilen hazırlık da sâlih amellerden başka bir şey değildir. Elbette kul, Allâh’ın rahmet ve lûtfu olmaksızın sadece işlediği sâlih ameller sâyesinde Cennet’e giremez. Ancak mü’minin âhirete dâir endişelerini azaltacak ve ebedî kurtuluş için bir ümit kaynağı olacak “îman” ve “sâlih amel”den başka bir sermâyesi de yoktur.

Şu hâlde, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse sâlih amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin. ” (el-Kehf, 110)

Bizler de Cenâb-ı Hakk’a, sevgili Habîbi’nin niyâzıyla ilticâ ediyoruz:

“...Allâh’ım, beni amellerin ve ahlâkın en güzeline kavuştur. Onların en güzeline ancak Sen ulaştırırsın. Beni kötü işlerden ve kötü ahlâktan muhafaza et. Bunlardan ancak Sen koruyabilirsin.” (Nesâî, İftitâh, 16)

Âmîn…

 

SPOT:

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Üç şey öleni (mezara kadar) takip eder; ikisi geri döner, biri kalır. Âilesi, malı ve ameli onu takip eder. Âilesi ve malı geri döner, ameli (ile başbaşa) kalır.” (Müslim, Zühd, 5)

“Ey kemikten kafes! Bilir misin? Can, senin içinde bir kuştur. Adı da nefestir. Kuş bir kere kafesten uçup gitti mi bir daha onu ele geçiremezsin. Fırsatı elden kaçırma. Âlem, bir demden ibârettir. Âlimlerin yanında ise bir dem, bir âlemden daha kıymetlidir.

Mezar toprağında uyuyan insan, yüzünün tozunu ancak mahşer günü silebilecektir. Bu bakımdan başını şimdi gaflet yakasından çıkar ki, yarın mahcûbiyetinden başını eğmeyesin.” (Şeyh Sâdî-i Şîrâzî)

 

 

[1] Bkz. ez-Zümer, 9.

[2] Bkz. Bakara, 25, 62, 82, 277.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle